Konuk Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Konuk Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ada nazlı, kaprisli, hoyrat, güzel mi güzel, alımlı mı alımlı bir sevgili gibi! - Adnan Filiz

Bozcaada Haber’e iki yazı yazdım.
Birincisinde “Sevmek Yeter mi” dedim.
Bozcaada’yı neden çok sevdiğimizi anlattım. Ama gelişimine bakıp korktum… Bir annenin bebeğini sevmenin ötesinde gösterdiği duyarlığı aradım Adamız için.
İkinci yazımda “Bozcaada’yı sevmek kolay, ama yaşamak o kadar kolay mı?” diye sordum.
Bu cennet adayı zor yaşanır olmaya yönelten konuları sıraladım. Biraz acımasızca eleştirdim.


İzlediğim kadarı ile bu yazıları hem Adalılar, hem ada sevdalıları, hem de adayı tanımak bilmek isteyenler okumuş. Gördüğü ilgiden bunu anladım.
Gönlümün içinde bir sızı oluştu.
İnsan nasıl bir duyguya kapılır, istemediği halde eleştirir, sevgilisini üzer… İşte öyle bir hale geldim.
Gül koklarken dikenin batması gibi.
Acıyla irkilmiştim. Ama bu acı “hiçbir gülün dikensiz olmayacağını” anımsattı bana…
Hiçbir güzelin kusursuz olmayacağı gibi!
Zaman zaman İsviçre’yi anımsadım.
Derdi, tasası, düzeltilecek bir eksiği kalmadığı için, ne kadar sıkıntı yarattığını önümüze konan filmler bile çevrilmişti.
Sonra kendimle hesaplaştım.
Bir güzelliğe varmak için hep sıkıntı ve üzüntü çekmek kaderimiz miydi?
Güzeli daha güzel yapmak, kuralı uygulanabilir kılmak, zenginliğe sahip çıkmak, içinde yaşadığımız uygarlığın güvencelerini beklemek…
Doğanın verdiği tüm olanakları korumak ve kollamak…
Eskiye sahip çıkmak…
Geleneği sürdürmek.
Toprağı, denizi yozlaştırmamak…
Hepimizin hakkı aynı zamanda sorumluluğu, kutsal görevi değil miydi?
Yüzyıllardan beri gelen bağcılığımızı öldürmek kimin işiydi?
Şarabın ta fil derisi gibi görüntüsünden fışkıran güzellik serüvenine taş koyup bütün gönülleri esrikleştiren kutsal yaşamını engellemek kimin haddiydi?
Kendine özgü bir tarihi kimliğini İç Anadolu’nun geri kalmış bir kasabası gibi görmek ve değerlendirmek hangi görevlinin saçmalığı olabilirdi?
Burayı seven, burayı koklamak isteyen insanları haksız çıkarlar yüzünden kırıp geçirmek, onları küstürmek, gerçek ev sahiplerinin hakkı mıydı?
Nasıl bir konukseverlilikti bu?
İnsanları maddi bedel ödedikleri konularda manevi işkencelere sokmak olacak iş miydi?
Şimdi tüm bunları yaşamış insanlardan biri olarak yine de kendimi  “Bozcaada’da toprak ve ev sahibi olmak” yani “Bozcaadalı olmak” şansına sahip olmuş talihli ender kişilerden sayıyorum.

Orada sevgili torunuma ağacı, böceği, kuşu, kurdu tanıttım.
Fil derisi omcadan tomurcuk, yaprak, koruk ve de sonunda mis gibi tek taneli çavuş üzümünün doğuş serüvenini izlettim.
Çam ormanlarından kozalak toplarken sırt üstü yuvarlanarak doğa ile güreşmenin verdiği sevinç kahkahalarına tanık oldum.
Soğuk ama tertemiz denizinde balıkları izlettim. Denizden korkmamayı öğrettim.
Kendim için küçük bir mutluluk örnekleyeyim: Kışın Adada kimsenin olmadığı bir zamanda bir araya gelip İstanbul’da ada özlemi ile yanıp tutuşan Adnan ağabeylerini, Tülay ablalarını, şunları bir arayalım deyip telefona sarılan  “Şimdi Emin’le, Mustafa’yla, Ertan ile bir aradayız, Sizi anıyoruz, sizi arıyoruz” diyen Zeki’nin sesi, nasıl Adanın Poyraz’ını yansıtmaz.
Harıl harıl belediye seçimlerine soyunan Recep, Ali, Cevdet kardeşlerimin ve Başkanlığını sürdürmek isteyen Mustafa Başkanın güleç ve dost yüzleri hep gözümün önündedir.
Burada o kadar çok dostun adını sıralayabilirim ki, benim gibi aklında isim tutamayanlar Adaya gelsin, bu hastalıkları anında geçer.
Ada nazlı, kaprisli, hoyrat, güzel mi güzel, alımlı mı alımlı bir sevgili gibi!
Galiba ölümsüz sevginin sırrı da burada yatıyor.

Sevmek yeter mi? - Adnan Filiz

Hepimizin ortak bir yanı var: Bozcaada’yı çok seviyoruz.
Buna “Bozcaada fanatikliği” de denebilir.
Peki, neden seviyoruz bu rüzgârlı Ada’yı?
Temiz denizi, sanayi kirinden uzak havası, deli rüzgârı, bağları, zeytinlikleri, orada burada kalmış bir tutam ormanı, dar yolları, taş evleri, denizcilere göz kırpan fenerleri, yamaçlardaki taşlara tutunmaya çalışan kekikleri, taa Ceneviz’lerden kalma kalesi, yat limanı için mi?
Yoksa belli bir düzeyli kültürü bulaştıran ve her gün daha az sayıda kalmalarının hüznünü şimdiden yaşatan Rum asıllı vatandaşlarımız yüzünden mi?
 Aynı ayna gibi yakınsan yakın, uzaksan uzak, tutarsızsan tutarsız, sevecensen sevecen, Ege’nin bütün sıcaklığını ve konukseverliğini yansıtan, yerli halkın sadeliği için mi?
Bütün kültürünü biriktirerek bunu Bozcaada’nın kültüründe eritip, yerliye yabancıya birer kır çiçeği buketi gibi hizmet sunan, olağan üstü sayılabilecek nitelikteki işletmecileri nedeniyle mi?
Bozcaada’nın sanat ve kültür adası olmasını yaratan sanatçıların varlığıyla mı?
Bu nedenleri çoğaltarak sıralamak mümkün.
Çünkü bu listenin uzunluğunu oluşturan her öğe, çok kişiye sesleniyor ve de bu “Ada Fanatizmi”ni yaratıyor.

                                                                       ***
Dikkat ederseniz sıralamada yer alan her özellik, insanların kentlerden kaçmasına neden olan bozuklukların panzehiridir.
Sevginin nedeni; Bozcaada’nın farklılığıdır.
Ve Ada Sevdalıları’nın en büyük korkusu;  Bozcaada’nın gelişim rüzgârlardan etkilenip, kaçılan kentlere benzemesidir.
O halde Bozcaada sevgisi tek bir sorumluluğu gündeme getiriyor: Denizin ortasında olmanın  avantajı  ile bugüne kirlenmeden  ulaşabilen  Ada’nın,  yaşadığımız kentlere benzemesini engellemek…

                                                                   ***
Şu anda tehlikenin sınırındayız.
Çizgiyi aştığımız anda Bozcaada özelliğini yitirecek, sıradan bir Ege Kasabası’na dönüşecektir.
Duyarlı olup “severken öldürmez”  ve de Adayı tüm değerleriyle korursak, küçük Ada, halkı için bir refah aracı, ziyaretçilerine cennet, sorumluğunu yerine getirenlere gurur kaynağı olacaktır.
Korumanın yasal ve öncü sorumluluğu yerel ve genel yönetimlerde.
Belediye Başkanları yol için örneğin Arnavut kaldırımı ya da parke taşı yerine asfaltı yeğlerse… Kaymakamlar da bu Ada herhangi bir Anadolu ilçesi gibi yapılaşma, kalabalıklaşma, sanayileşme ile zengin olur derse…
Adanın bağları, şarapçılığı, balıkçılığı ihmal ve ziyan edilirse…
Ada büyük rantlara ve de özelliklerine karşıt amaçlara açılırsa…
İşte o zaman Bozcaada “yok” olur.
Bozcaada Türkiye’de tektir.
Adada imara, bağcılığa, şarapçılığa, balıkçılığa, yerel motiflerle bezenmiş turizme titizlenmemiz, bunlara sahip çıkmamız gerekiyor.
Yerel ve genel yönetimlerin yasal sorumluluğunun önünde,  bizlerin yani Bozcada Sevdalıları’nın sorumlulukları  en önde yer alıyor.
Lütfen dikkat!

HEP ADA’DA OLMAK - Halük Şahin

      Ben aslında hep Bozcaada’da yaşarım.  Siz kanmayın beni İstanbul’da, Ankara’da, Avrupa’da, Amerika’da gösteren belirtilere.  Her zaman adadayımdır.  Her sabah i evden çıkıp Çayır’a doğru yürümeye başlarım.  Poyraz bunu bilir. Köşedeki incir ağacı bunu bilir.  Hamdi’nin keçileri de bunu bilir.   Yolun iki yanındaki kır çiçekleri de durumun farkındadır... 

       Fizik bilimi insanın nasıl iki yerde birden olabileceğinin sırlarını henüz keşfetmedi ama, böyle bir deney yapılacak olursa bizim gibi adalıları denek seçmesini öneririm.

      Dünyanın neresinde olursam olayım,  her gün Poseidon’dan ve Yahoo’dan adadaki hava durumuna bakmam bundandır. Rüzgarın rengini not etmem bundandır.  Ki, açık pencerelerden içeri dolup ruhumun odaları arasında püfür püfür esebilsin...

       Bu yazdıklarımı çok romantik bulanlar olacaktır.  Öyledir.    Adanın bize kattığı en önemli boyut budur. Bizler romantik insanlarız. Dünyanın olandan ibaret olmadığını, olabileceğin de bir an bile unutulmaması gerektiğini düşünürüz.  Her şeyin  daha iyi, daha güzel, daha temiz olabileceğini düşünü kurarız durmadan. 

        Ütopya hayallerinin mekan olarak hep adaları seçmesi boşuna değildir.

        Bazılarının burun bükebileceği bu romantizm,  bize tatsız gerçekler dünyasında da güç katar.   Bundan 10 yıl kadar önce Bozcaada Kitabı’nda şöyle anlatmıştım bunu:

       “Bozcaada’ya çok şey borçlu olduğumu biliyorum.  Hayatımızın merkezi olan, o da çok sevgili,  ama fena halde hoyratlaşmış, porsuyup çürümüş koca kente, İstanbul’a ‘alternatif mekan’ olarak onu hep kafamın bir kenarında tuttum.  O koca kentin aşırı hırslar, tutkular, şöhret budalalıkları, kalleşlikler ve yozluklarla  dolu kalabalık dünyalarında yıllar boyu koşuştururken  Bozcaada bir deniz feneri gibi  hep uzaktan göz kırptı.   ‘En kötü ihtimalle Bozcaada’ya gider yaşarım ki, bu da hayatımın en iyi ihtimalidir” diyebilmek en büyük güç kaynağımdı.  Öyle sanıyorum ki, herkesin kafasında böyle bir alternatif mekan vardır, yoksa da olmalıdır. Kendisini zihninde tek mekana hapseden  insana hafakanlar basar, ruhu nefes alamaz.”

       Hayatımızın ve ruhumuzun bu alternatif mekanında olup bitenleri merak etmemiz bundandır. Bu tatsız gerçekler dünyasında işler ne kadar kötü giderse gitsin,  asıl önemli olan “orada” ne olduğudur.   Bu yüzden Lisa’nın Ada Postası’nı bir solukta okuruz. Bu yüzden ulusal medyada adanın adı geçince, duyacaklarımızı ne kadar ezberden bilirsek bilelim,  kulak kabartır, ilgiyle dinleriz: 

       “Şiddetli fırtına yüzünden Geyikli-Bozcaada vapur seferleri iptal edildi.” 

       Adada “mahsur kalmanın” hayalini kurarız.  Bu duyguyu anlayamayan bizi hiç bir zaman anlayamaz...

        Artık adaya açılan bir penceremiz daha var.

       Artık her sabah, hava durumuna baktıktan sonra, buraya da uğrayacağız. Artık her zamankinden daha fazla adadayız.

21 Şubat 2011 Pazartesi

BOZCAADA - DÜNDEN BUGÜNE - Ali ERDİNÇ

Bir ADA düşünün, ana karadan kopuk bir vatan. Ben orada yaşadım, yaşıyorum.
Eskilerde ben o adaya ''BOZCAADA CUMHURİYETİ'' derdim.


      1980 yılına kadar, dalgalar arasında kaybolan sonra yine dalgaların en üstünde belirip yine kaybolan, yani adalıların deyimiyle ''bata çıka seyreden'' 10 metrelik ahşap bir tekneydi ana karayla iletişimimizi sağlayan. Mecbur kalmadıkca adalılar adadan dışarıya çıkmazlardı. Zaten pekde ihtiyaç hissetmezlerdi. Çünki kendi kendine yetebilirlerdi.

Çocukluğumda, İstanbul dan haftada bir ''Bursa'' isimli bir gemi gelirdi, siyah dumanlar çıkartan siyah boyalı bir gemi.. Lüks, kamaralı bir gemiydi. İki gün sürerdi İstanbul yolculuğu...
 
Sonraları daha süratlileri kondu seferlere. Bembeyaz ikiz gemilerdi ''Gemlik ve Ayvalık'' gemileri. Çok lüks çok konforluydular. Karaköy den kalkarlardı. Marmara adası, Şarkköy, Karabiga, Gelibolu, Çanakkale, İmroz (Gökceada) ve Bozcaada uğrak limanlarıydı. Bir hafta ''Gemlik'' bir hafta ''Ayvalık'' gelir, Bozcaada limanı dışına demirlerlerdi. Sandallarla karşılar uğurlardık, şölen havasında.

Ana kara ve gemilerle iletişimimizi sağlayan Halil Yakar kaptandı, ''ruhu şad olsun''.

      Eskilerde üç polis iki bekçi, yirmi kadar jandarma, üç ziraat bankası çalışanı, beş veya yedi belediye çalışanı, bir doktor bir ebe, nüfuscumuz, tapucumuz , iki üç maliyecimiz gümrükcümüz ve liman başkanımız, yani yüzü bulmayan devlet temsilcilerimiz adada bizlerden biriydiler. Emekli olanakadar kalmışları bilirim.

      Bir ada düşünün. 2500 nüfusuyla küçücük bir ada. İnsanlarının hergün karşılaştığı bir ada. Yaşayanlarının kız alıp vermek suretiyle akraba olduğu veya komşu olduğu bir ada. Yaşayanlarının bağ ve balıkcılık işlerini imc ile yürüttüğü bir ada. Yaşayanlarından bir ferdinin Anadolu ya geçeceği zaman bir çok ilaç siparişi aldığı bir ada.

İlaç dedimde aklıma geldi. Eczane nin olmadığı, elektiriğin olmadığı, sokak başlarına belediyenin gaz lambaları astığı, kahvelerde gaz lambalarının evlerde gazlambası ve mumların kullanıldığı, yemeklerin ocaklarda bağ çıbıklarıyla yapıldığı, teneke sopalarda bağ kütüklerinin yakıldığı, bir iki kahvehanede büyük pilli radyoların dinlendiği bir devirdir anlattığım. 

      Sabah gün doğarken bağlara gidildiğinde kahvehanelerin caddelerin hatta evlerin boşluğu fark edilirdi. Çalışkandı Bozcaadalılar.
      
Akşam gün batarken canlılık başlardı sokaklarda kahvehanelerde meyhanelerde. Çoğu zaman evlerde toplanılır, sohbet edilir içilir eğlenilirdi.
     
  HERKES  BOZCAADA DA, YA ABLA YA ABİ, YA AMCA YA TEYZE YA DAYI yada BARBA...

      2500 yaşayanı bilinik simalardı. Kapılar açıktı. Hiçbir kötü olay olmamıştı, olamazdı. Merhaba, yasu, kalimera, kalispera. Selam vermek hal hatır sormak, selam göndermek ''iki gündür görmüyorum, nerelerdesin?'' demek adalıların yaşamlarında ençok karşılaştıkları sözlerdir. Ki, iki gün görememek görüşememek uzun bir suredir. Yaptığı ve beğendiği bir yemeği bir tabağa koyarak komşusuna kadar götüren, açık kapıdan içeriye girerken ''huuu komşu, sana bir tabak ......  getirdim'' diyerek seslenişler sıkca duyulur, görülürdü.

      Bir dini bayram olduğunda, bir cenaze olduğunda caminin en arkasında oturan Rumlar aminlere katılırlardı. Cenaze götürüşlere katılırlardı. Sokrat İncesu başta olmak üzere, Yorgi İzvingo, Mihal, Taki, Vangel Marangoz Rum cemaatinin ileri gelenleriydiler. Türk lerinde Rumların bayram ve cenaze merasimlerine katılmalarına çok şahit oldum.
EVET, KÜLTÜR BU İDİ.

      
Tek tek öz Bozcaada lıları, Türk ünü Rumunu tanırım. ''Sokrat İncesu'' da en iyi tanıdıklarımdandır. Yazıldığı bahsedildiği gibi ''tam müslüman olacaktıki vefat etti. Müslüman olamadığı için hoca cenazesini kaldırmadı, kiliseyede gitmediği için papaz kaldırmadı. Cenaze kokmak üzereydi, papaz mecbur kaldı, kaldırdı cenazeyi'' lafı, küllüyen yalan uydurulmuş bir sözdür.
      
Bozcaada da, o senelerde, Türkler le Rumlar arasında kötü hiçbir olay olmamıştır. Türk lerde aşırı milliyetci kişiler vardı, Rumlardada vardı. Bunlar 3-5 kişilerdi ve önemsenmeyecek kişiliklerdi. Kaldıki onlarında hiçbir olayı olmadı olamazdı... Hep ''olamazdı'' diyorum, çünki ufacık bir taşkınlıkta anlaşamamazlıkta büyükler araya girerlerdi.

      Bozcaada Rumlarının asıl kırgınlıkları İMC usulüyle yaptıkları okuldur. Bu okula el konuldu (bugünün halkeğitim ve sağlık ocağı binaları).
..............................
..........
..............................
..........
      1960 lı yıllarda Adaya elektirik santrali kuruldu. Saat 17 den 01 re kadar kasabaya elektirik verilebiliyordu. Zaten anadolu kasabalarına göre daha güzel olan Bozcaada nın ekonomisinde ve yaşam tarzında patlama oldu. Çavuş üzümü İstanbul piyasasında kapışılıyor çok iyi paralara satılıyordu. Şarap satışınında patlama yaşadığı, rekorların kırıldığı senelerdir 1960 lar. ''Günaydın'' gazetesi o zamanların büyük gazetelerindendi Türkiye nin ve şöyle bir manşeti vardı. ''Kişi başına düşen geliriyle Bozcaada Türkiye nin en zengin kasabası'' diyordu.

      Bozcaada da gelişen tarımı ve sanayii çalışacak işcilere ihtiyaç duyuyordu. Komşu kasabalardan akın akın işciler getirilmeye başlanmıştı. Çan dan, Biga dan, Ezine den, Geyikli den ençok da Bayramiç ten tedarik ediliyordu işciler. İşsizdi anadolu. Öyle bir hal aldıki Bozcaada ya işci akını, Bozcaada için ''Çanakkale nin Almanya sı''denilirdi. Mürefte den, Şarkköy den üzüm istifcileri getirtiliyor buna rağmen işçi sıkıntısıda hep çekiliyordu.


      Bozcaada lıların bütün titizliklerine rağmen tatsızlıklar hafif hafif görülmeye duyulmaya başlamıştı. Kıbrıs olaylarıda yaşanan tatsızlıklara zaman zaman ek tatsızlıklar katıyordu...

      Çalışmak için gelen gençlerin hedefi Bozcaada lı biriyle evlenmekti. Adalı Türk veya Rum oluşlar onlar için fark etmiyordu. Komşu kasabadaki ailelerde çocuklarının Bozcaada lı biriyle evlenmeleri için pek heveslilerdi. Bu hedeflerine ulaşan epey gençlerde oldu. 


Buraya bir ek koyayım. Adalı aileler katiyen, o yukarıda saydığım kasabalara kız vermek istemezlerdi. Vermemişlerdirde. Bozcaada ya yerleşmelerini sağlamışlardır.

      BOZCAADA NIN EN BÜYÜK SORUNU, RAHATSIZLIĞI:
      Bozcaada lılarında en büyük sorunu üzüntüleri, oğlunu bir kızla, kızını bir oğlanla evlendirememekti. Türk lerde bu hususta, yavaş yavaş Anadoluya açılmalar görülmeye başlanmışdı...

Rumlarda bu rahatsızlık daha belirgindi. Kıbrıs olaylarınında verdiği rahatsızlıklarla fırsatını bulan Rum delikanlıları Ayvalık tan Yunanistan a kaçıyorlardı. Gökceada (İmroz), İstanbul Rumlarıda aynı sorunla karşı karşıyaydılar. Bazı Rumlar ''çok rahatsız edildik'' diye anlatırlar gidişlerini. Oysa Adadan kaçışlar çocuklarının torunlarının istikbali kaygısıyla başladı. Bu sadece Rumların kaygısı değildi tüm Bozcaada lıların kaygısıydı. Bunun içinde Türkler de bıraktı adalarını. Rumlar gibi, bağlarını evlerini satıp satıp gittiler adadan. Bugün nesiller boyu Bozcaada lı Türk  (benim gibi) kaç kişi kaldıkki adada?. 120, bilemedin 150 kişi. Rumlardada bu rakam 20-25 kişi sanırım.
      
Bozcaada lı Türk ler giderlerken yazdan yaza gelebilmek düşünceleriyle bir ev bıraktılar. Oysa rumlar gelmemek düşünceleriyle sattılar. Ucuz sattılar. Seneden seneye ödemeli sattılar. Bağının mahsulünün getirisi fiatlarına sattılar. Bu satış furyasından en çok çalışmak için adaya gelenler yararlandı. Rum mahallesi dediğimiz Cumhuriyet mahallesinin tamamı o çalışmak için gelenlerin eline geçti.

      Sonraları Bozcaada keşvedildi. Yine rum mahallesi evleri satışları başladı ve başta İstanbul lular olmak üzere, yazlıkcıların eline geçti.

       BEN:
       Ben, 1947 doğumluyum. Adaya kökenimin nerelerden geldiklerini bilmiyorum. Çünki babam Ahmet Erdinç te bilmiyordu. Bilinen dedeler hep Bozcaada lılardı. Bağcı şarapcı bir ailedenim. Annem İstanbul lu. Sabiha Çalapala (yazar Rakım Çalapala nın kardeşi). Babam Vefa lisesinde okuduğu yıllarda tanışmış annemle. Sevmişler istemişler birbirlerini ve evlenmişler. Annem bir türlü adapte olamadı o zamanların Bozcaada sına. Hep hep İstanbul a taşınmamızdı isteği. 3 evladının orada okumasını yetişmesini isterdi. İstekleri çoğunlukla olmadı. Ayrıldılar. Bu aile içi anlaşmazlık nedenleriyle, çok okul değiştirmek zorunda kaldık 3 kardeş.

       İlkokula Bozcaada da başladık. Okulumuz şimdiki EGE oteliydi (oranın hiçbirzaman rum okulu olduğunu duymamıştım ve hatırlamıyorum). Beşiktaş ta Barboros ta denize 0 Beşiktaş spor kulübü stadı vardı, Şeref stadıydı ismi. Hemen onun yanında yine denize 0 Barboros ilkokulunda devam ettim 2. sınıfıma (sınıflarında piano olan bir okuldu). Daha birçok okul değiştirdim.

Öğretmenlerim, arkadaşlarım sorarlardı. ''Nerelisin?''. Bozcaada lı olduğumu söylerdim. Tuhaf tuhaf bakarlardı yüzüme. Öğretmenlerimde bilmezlerdi Bozcaada nın nerede olduğunu. İstanbul adalarından zannederlerdi. Anlatırdım, Çanakkale boğazı bitiminde olduğunu. Haritada göstermek isterdim, haritalar göstermezdi küçük adamızı. 

       Bozcaada ve istanbul da en iyi arkadaşlarımdandı Apostol Marangoz ve daha birçok rumlar. Bu yüzden okullardaki lakabım Gavur Ali ydi. Kıbrıs olaylarında Makarios oldu Papandreu oldu... 

        İstanbul un çok güzel sinemalarından biriydi, Fatih deki RENK sineması. Lise arkadaşım o sinemanın 4 ortağından birinin oğluydu. Onunla arkadaşlığım sayesinde sevdiğim işi seçtim. Babama sinemacı olmak istediğimi söyledim. Babama ve Bozcaada ya özlemimide ekleyerek birazda duygu sömürüsü yaptım. 
Bozcaada belediye başkanı rahmetli Yahya Göztepe nin yaptırdığı bugünün Üniversite ve işhanının olduğu binayı ihaleyle kiraladık. Çanakkale yöresinin en lüks sinemasıydı. Yıl 1966. Artık sinemacıydım. Harika filmler getiriyordum İstanbul daki arkadaşım sayesinde. Sinemam dolup taşıyordu. Bozcaada nın tek eğlence merkeziydi. İnsanların kaynaşmalarını sağlıyordum. Sevgililerin bakışma işaretleşme yeriydi, sinemam... İstanbul da çıkan, tutulan arajman müzik plaklarımla, batı müziği plaklarımla insanlarımın müzik sevgilerini geliştirdiğime inanıyorum. 
O zamanlarda vilayetimiz Çanakkale de bile olamayacak Yıldız Kenter tiyatrosunu ben adamıza getirmişdim. O zamanların en ünlü aktörü Cüneyt Arkın lı ''Fatihin Fedaisi Kara Murat'' film çekimlerinin Bozcaada da gerçekleşmesini ben sağladım ve Cüneyt Arkın ın hayatının ilk galasına ben (yazlık sinemamda traktör römorku üzerinde) çıkarttım. Makinistim Ligor Gogooğlu ydu. Şimdi Atina da, kulakları cınlasın. 
       İstanbul a gidiyor, babamı ve Bozcaada yı özlüyordum. Bozcaada ya geliyor, annemi ve İstanbul u özlüyordum. Rahmetli kardeşim Fahri Cevat Erdinci ve Ligor Gogooğlu nu sinema işletmeciliğinde iyi yetiştirmiştim. Yıl 1968, İstanbul a  Cihangir e yerleştim. Yeşilçam da Erler filmin tam karşısında film şirketi açtım. Üretilen filmlerin bölge satış haklarını alarak sinemalara dağıtım yapıyordum. Adalı arkadaşlarımın çoğuda buradaydı. Divyen (Beybi) Popi Atina İzvingo kardeşler, Apostol Marangoz, Partenopi İncesu, Eleni, Vasiliki, Yorgi vb.(ölenlere rahmet diliyorum, yaşayanlara sevgilerimi iletiyorum). Bir ayağımız İstanbul da bir ayağımız Bozcaada daydı.

       AYAZMA ŞENLİKLERİ: Benim Rum büyüklerimden edindiğim bilgiyle Ayazma şenlikleri içeriği bugün anlatılanlar gibi değildi. Yani bir aşk ve babanın kızını hapsi sonucu ortaya çıkmış bir Ayazma manastırı değildi bana anlatılanlar.

Bozcaada (benden öncede, gençliğimdede) bağcılık şarapcılıkla geçinen bir kasabaydı. Merkep ve atlardan başka hiçbir vasıta yoktu. Kasabada evleri olan bağcıların bağlık kısımdada bağ evleri vardı. Bu bağ evlerinde tavuk koyun keçi, sebze meyva yetiştirilir hemen yanlarında bulunan harman yerlerinde harman sürülürdü....


Hepsinden önemlisi bağ evleri bağlarına yakın olduğundan, ilkbaharda bağların bakımının en çok yoğunlaştığı mevsim olduğundan oturum tercih edilirdi. Hatta öylesine tercih edilirdiki kasabada kimse kalmazdı.
Akşamları yollarda gezinti olur, belirlenen bağevlerinde toplanılır, yenilir içilir eğlenilirdi. Sabah gün doğarken herkes yine bağlarına giderdi. Çoğu zaman bağ tımarları İMC usulü olurdu.
Bozcaada bağlık kısmında yaşayanların ibadetleri için muhtelif semtlerde manastırlar vardır.
Paraskevi de zengin bir ailenin kızıdır. Bir dileği gerçekleşince Ayazma da manastır yapılmasını ister babasından. Sanırım birazda konumu itibariyle ibadet için ençok tercih edilen bir manastır olur. Ayazma koyuna yakınlığıda bu tercihlerde rollüdür.
26 temmuz koruğun üzüme dönüştüğü günlerdir ve deniz mevsiminin Ayazmanın en güzel zamanlarıdır. 25-26-27 temmuz sabahları Pareskevi manastırına gidilir, dualar edilir...
       Dualar özetle şöyledir.
       Allahım, bütün bir yıl çalıştık. Bağlarımıza elimizden geldiğince iyi baktık. Mahsul sayende gözüktü. Onu koru besle Allahım. Çabalarımızın karşılığını ver Allahım. Bizlere hayırlı satışlar nasibet Allahım. Gibi, dualardan sonra özel dualar edilirdi...
Manastırdan çıkan çınarların altında, piknik vari yerlere serili halılarının üzerine otururlardı, blog blog. Tam ortada sofra ve envai çeşit mezeler içkiler.
Eskilerde, Bozcaada mızın keman ud kanun çalgıcıları vardı. Bunlardan biride rahmetli Vasil ağabeydi. Çınarların altındaki orta alan dans pistiydi ve hiç boş kalmazdı. Çok güzel çalarlar çok güzel eğlendirirlerdi. Bu eğlenceler sabahlara kadar 3 gün devam eder giderdi.
Çift oluklu çeşmenin hemen yanında buz gibi suyu olan bir havuzu vardır. Her katılımcı karpuzunu kavununu içkisini orada soğuturdu. (İnanırmısınız kimse kimsenin bostanını içkisini ellemezdi).
Arada isteyenler Ayazma sahiline, denize inerdi.
Ayazma sahiline inişte o yamaçlar at eşeklerle öylesine dolardıkiiii, park edecek yer bulamazdınız. (Şimdilerde onların yerlerini arabalar aldı).
       BOZCAADA EĞLENCELERİNDE VE DÜĞÜNLERİNDE DANS:
Ayazma eğlencelerinde ve düğünlerinde en çok çalınan söylenen müzik SAMİOTİSA ydı. Basit bir dans tarzı ama rumlarda öylesine figürlerle bu dansı süsleyenler vardıki. Mesela Fransaya göç eden Sutir sanırım en güzel oynayandı.
       AYAZMA EĞLENCELERİNDE DANSIN ÖNEMİ: 
       Samiotisa çalmaktadır. Topluca edilen bir dans türüdür. Biraz halay çekme gibi. Sevgilisini veya sevdiği kızı dansa kaldırır Rum genci. Dans pistinin kenarında, erkeğin elinde beyaz mendil, beklerler. Dans topluluğunun sonundaki kişi, ancak iki dönmeden sonra, kenarda bekleyen çiftleri dansa dahil eder.
       Derlerdiki Rum genci sevdiği kızı bir dansa kaldırır, iki dansa kaldırır, üç dansa kaldırır. Bu hareket ''ben seni seviyorum ve seninle evlenmek istiyorum'' demek oluyormuş. Üçüncü dans ediş sonunda kız beyaz mendili alıp giderse ''bende seni istiyorum'' demekmiş. Evet o yıllarda dansa kalkan çiftlerin kaç kez dansa kalktıklarını sayardık ve kızın mendili alıptamı yerine döneceğini merak ederdik. :)) Aslında dansa kaldırdığı zaten sevgilisidir. Adalılar bilir sevgili olduklarını. Güzel olan orada ilan etmeleridir.


1 Şubat 2011 Salı

Neden Bozcaada? Tayfur SANLIMAN

Ey Deniz!...
Bu güzelleme yi götür Lefkofris'in bekareti, Tenedos un üzümü, Bozcaadanın inciri ile beraber Truvalı Helen in ayaklarına ser...Ser ki rüzgarın oğlu Kaikias deli aşıklar gibi essin...

1985 Kasımı ortalarında Bozcaadayı Yakar Kaptanın teknesinden ilk kez seyrettiğimde, neden Boz değilde Bozca diye geçirdim içimden...

Bu güzel kızın tüm güzelliklerini birden sergilemek istemediğini anlayabilmem için on yıl kadar geçmesi gerekti...

Bu on yıldan sonra bağları, ormanları, zeytin, iğde ve incir ağaçları ile bu minik kraliçenin isminde yeşil renge gönderme yapan bir sıfat neden yok diye düşündüm...

Bir on yıla yakın süre de bu güzel kızın başında esen sevda yellerini tanıyıp sevebilmem için geçti. Bazen deli bazen akıllı esen Poyrazı, bazen döven bazen okşayan Lodos u benim de başımda esen yeller oldu. Daha da ısındım o na...

2000 i iki geçe, 21.yüzyılın başlarında atölyelerimizi adaya taşıdığımızda çok sevdiğim eşimle birlikte anladık ki biz bu güzel kızdan ayrı olamayız...

Adını siz nasıl anarsanız anabilirsiniz, bir memesi Ayazma Tepesinde, bir memesi Habbele de, güzelim saçlarını Ayana dan Ege ye salmış, bacakları Kale üzerinden aşmış, minicik ayakları İğdelik te, bu güzel kız, güzelim Ege de yıkandığı her gecenin sabahında yeniden doğar. Yeniden güzelleşir. Ve güzelliğini O nu sevenlerle cömertce paylaşır...

Şimdi dilerseniz sizde, gönlünüzce düzenlediğiniz bir güzellemeyi verin Ege ye uçan kuşlara, mutlaka eline geçer.. 

Sevişebilirsiniz.

Kimbilir...?


Kasım 2008   BOZCAADA

Adalı Olmak... Aslı Dinçoğlu YAVAŞ


Nedir adalı olmak?
Kimdir gerçek adalı?
Burada doğmak, büyümek, yaşlanmak mı? Dedelerinin, ninelerinin mezarlarının bu toprakta olması mı? Uçsuz bucaksız bağlara, toprağa sahip olmak mı? Ya da sahip olduğun küçük bir toprak parçası yeter mi adalı olmaya? Kaç yıl geçmeli Bozcaadalı olmak için… Üç yıl beş yıl on, yirmi yıl, bir nesil, 3 nesil .. Nedir adalı olmayı sağlayan?

Geçmişine, köklerine sığınıp, atalarından kalan mirasa güvenerek sadece varlığını sürdürebilmek için adada yaşayan mı, yoksa bir tutkuyla adaya bağlanan ve tüm enerjisini onu sevmeye harcayan, bir bebek gibi onu koruyup kollamaya çalışan, mecburiyetten değil onu sevdiği, bağlandığı, hatta tutkunu olduğu için adada yaşayanlar mı gerçek adalı.

Ben muhteşem, herkese yaşamanın kısmet olmadığı bu mucizevî adada doğdum. Çocukluğumu doyasıya yaşadım. Adadan tek ayrılığım eğitim yıllarımı kapsayan süreçti. Ama hiçbir zaman kent yaşamına ait olmadım olamadım. Alışamadım insanların birbirinden kopuk olduğu, bir selamı esirgediği şehir hayatına.. Kendimi bildiğim andan itibaren hep burada yaşamayı, evlenmeyi, çocuğumu burada büyütmeyi, bu küçük ailenin bir üyesi olmayı hayal ettim.. Benim tercihim belki bir alışkanlık belki kolay olanı seçme belki de bir mecburiyetti. Sebebi ne olursa olsun şu anda adada yaşamaktan mutluluk ve heyecan duyuyorum.

Son yıllarda çınar altından geçerken yada adanın o dar sokaklarında dolaşırken herkesin kendinden adalı olarak bahsetmesi ne kadar doğru. Köyündeki hayatını adamızda yaşamaya çalışan, farklı şiveleriyle kapı önü sohbetlerinde birbirlerini çekiştirenler ya da sadece kendi zevki için adadan bir ev satın almış, yılın belli günlerinde tatil için adaya gelen ve doğanın en verimli halinin keyfini sürmek isteyen ada hayranlarının benim gözümde adalı olması ne yazık ki mümkün değil. Çünkü Adalı olmak bir birikim gerektirir. Onu ruhunun derinliklerinde hissetmeyi gerektirir. Doğanın bize tüm nimetlerini sunduğu zamanların dışında en acımasız olduğu halleriyle de barışık olmayı gerektirir. Geminin geçmediği, elektriğin kesik olduğu, rüzgarın çığlıklar attığı, ana karanın kendini bizden gizlediği günlerde bile memleketine sıkıca sarılabilmektir. 

Yalnızlıktır, Özlemdir. Hep uğurlayan olmaktır. Bazen özgürlük bazen de çoğumuzun kaldıramayacağı kadar fazla bir kısıtlama.

Neydi adalıyı adalı yapan; tahsil görmüş, kültürlü, sosyal, modern, sanatçı ruhlu bayanları; öz güvenli, mutlu girişken çocukları, çalışkan, mert bakımlı erkekleri…

Adalı fedakardır, kalenderdir, yardımseverdir, misafirperverdir. Adalı cefa çekendir. Adalının mangal gibi yüreği vardır.. Adalıların sevinçleri, hüzünleri, acıları, kaygıları ortaktır. Sohbetleri tadına doyulmazdır.

Ya şimdi ne oldu bize? ne değişti. Çalışkanlığımıza, dürüstlüğümüze, misafirperverliğimize ne oldu..Yok mu oluyor bu koca kültür. Hayır aslında yok olmuyor ama sayımız o kadar azaldı ki sonradan yerleşenlerin içinde kaybolup gidiyoruz. Gelenlerin yaşam tarzı hakim rüzgar olmaya başladı.. Ya bizler ne yapıyoruz bunun için. Direnebiliyor muyuz. Bir boş vermişlik, umursamazlık duvarı sarmış etrafımızı. Ada hala var ama içinde biz yokuz farkında mıyız.

İşte bu yüzden gerçek adalı bu küçük toprak parçasını kendi çıkarlarından ötede tutabilen, değerlerini gözeten, hüznünü ve sevicini paylaşabilen, yarınları için kaygılanan, bunun da ötesinde endişelerini dile getirip taşın altına elini sokabilen, ada için emek harcayandır.

Bu küçücük adamız için emek harcayan, kökten değil ama kalben adalı tüm dostlara gönülden teşekkürler…..



3 Ekim 2010 Pazar

Bozcaada Koruma İmar Planı Tartışılırken - 2

 Kaynak: Prof. Dr. Bilsay Kuruç (DPT Eski Müsteşarı, A.Ü. SBF Emekli Öğretim Üyesi)


15 Nisan 2008

Bozcaada için bir söyleşi  (25 Ağustos 2008 Pazartesi 21.00 de panel)

Beş yıl kadar oluyor. Çay Bahçesi’nde düzenlenen bir toplu söyleşide konuşmuştum. Şimdi, Bozcaada Deneği’nin sevgili yöneticileri, sevgili dostlarım benden bir yazı isteyince düşündüm. En iyisi, o gün söylediklerimi olduğu gibi yazmak olacaktı. Söyleşi turizm, Bozcaada’mız, Adalılar ve bağcılık üzerineydi. Konular eskimemişti. Bakalım söylediklerim eskimiş miydi?

Konuşma 15 Ağustos 2003, Cumartesi günü saat 19.30’da Çay Bahçesinde yapılmış. Değiştirmeksizin sizlere sunuyorum.

Turizm zor bir konudur. Zorluğu, hemen her yerde dizginsiz biçimde gelişmesi, bu gelişme içinde dokuyu geri döndürülemeyecek biçimde bozmasından kaynaklanır. MUDANYA’nın zeytinlikleri, AVŞA’nın bağları, MERSİN’in narenciye bahçeleri artık yoktur ve bir daha da olmayacaktır. İSPANYA’dan başlamak üzere, AKDENİZ’de hep böyle olmuştur. Kısacası, turizm önce hastalıklarını getirir.

Bozarken, yerine hep benzer şeyleri koyar: Her yerde lokanta, kahve, bar, dükkan ve en tuhafı, insan tipi bir örnek hale gelir. Aleladeleşir. Turistik bir yere giderken oranın nasıl olduğunu öncede bilir, hep onları istemeye başlarsınız. Her şey o bir örnekliliğe göre düzenlenir ve aranır.

İstisnalar, yani başarılı örnekler azdır. Çünkü, değişik bir şey yapmak farklı bir kalite ister.
Çelik GÜLERSOY’unki gibi.

Bozcaada’da son beş on yılın gelişmesine turizm damgasını vuruyor: Turizm adeta bağcılığın zıt kardeşi gibi gelişiyor. Bağcılığın temposu on iki aya yayılır, yavaştır. Turizm üç, üç buçuk aylıktır, hızlıdır. Bağcılık turizmi bozmaz. Turizmin hızı ise bağcılığı bozabilir.

Şüphesiz, turizmin gelişmesini bağcılıktan ayrı düşünemeyiz. Ada’nın gelişmesi, bu ikisinin yan yana, iç içe gelişme şansını yakalarsak parmakla gösterilecek bir şey olacaktır. Yoksa aleladeleşecektir.

Biraz geçmişe bakarsak bugünü daha iyi anlarız, yarını öngörebiliriz. Ada’nın geçmişinde Ada’lılar da, devlet de rol oynamıştır. Üç bin yıla uzanan geçmişten bunları öğreniyoruz. Ada Müftülüğünün, dostumuz Haluk ŞAHİN’in ve diğer araştırmacıların kitapları bunu anlatıyor. Ada’nın uzak geçmişi sanki daha iyi biliniyor. Krallar, prensler, cengaverler, savaşlar ve destanlar. Akhilleus, Tenes ve başkaları. (TROYA)

Bütün bunların özü şudur: Ada’lılar üç bin yıldır üzüm ve şarap, yani bağcılık yaparlar. Ada’yı Ada yapan budur.

Ada’lılar bağcılıktan kazanıp yaşamışlardır. Ada ekonomisi bu olmuştur. Bu uzun dönem, on yıl öncesine kadar gelir. Altyapı namına bugün var olan birçok şey on yıl öncesine kadar yoktur :
Yollar basit topraktır. Asfalt yol 1980’lerde başlamıştır.
Ulaşım motorla, uzun süre YAKAR kaptanın motoruyla yapılmıştır. Eskiden haftada bir gün İSTANBUL’dan kalkan gemi Ada’ya yakın demir atar ve kıyıya kayıkla çıkılırdı. Sonraları, 1980’lerde, Odunluk iskelesinden, Normandiya Çıkarması’na (1944) katılmış iki çıkarma gemisi sefere girdi. Gemiye otomobilin geri manevrasıyla girilir ve gemi 22 ya da 23 oto alırdı!
Elektrik yok gibiydi. Su kuyulardan gelirdi, ama rezervler yetersizdi.
Telefon varla yok arasıydı. Posta uzun süreliydi, gazete gecikmeliydi.
Televizyon 1980’lere kadar yoktu. Buzdolabı yerine tel dolap vardı. Fırınlar odun, kömür ateşiyle işlerdi.
En önemlisi, 1990’lara kadar kadastro yoktu.

Bu tabloda turizm hemen hemen yoktu. Ada’ya yabancı uyruklular ÇANAKKALE Valiliğinden izin almaksızın giremezlerdi.

“Yok”ların yanında “Var”lar da vardı: Bir kere, Şehir Kulübü vardı (Bugün bir lokanta).
Zemin topraktı. Orada herkes eşitti. Büyük bağcılar, küçükleri, bağ işçileri ve diğerleri birbirine “Sen” diyerek konuşurlar ve aynı çayları içerlerdi. Ada’da iki kahve vardı. Orada da statüler aynı idi. Herkes birbirine “merhaba” derdi. Kapılar kilitsizdi. Sokaklarda  kanepelerde oturulurdu. Bağcılık eşekle ve pırpırlarla yürütülürdü. AYAZMA’da en çok on kişi denize girerdi. Kış gelince bazı Ada’lılar kumarda acımasızca birbirlerini üterlerdi.

Ada’lılar kimlerdir? O dönem Ada’lısının  nesli tükenmek üzere. Önce tükenenleri analım. Çünkü, uzak tarihin kişiliklerini biliyoruz da, yakın geçmişin insan manzaralarını anmıyoruz.

Önce ALTAN’ı anmalıyım. O sevgili dostumdu. 1971’de bizi Ada’ya çeken ALTAN (GÜRMAN)’dı. YAKAR’ın motoruyla geldik. ALTAN Ada’yı ve SULUBAHÇE’yi sevenlerin, korumaya çalışanların lokomotifiydi, simgesiydi.

Çalışkan, zeki ve yardımsever Hacı SÜLEYMAN’ın Anadol otomobili, Ada’daki iki yada üç otodan biriydi. Ev aramaya ve bulmaya hep onun otosuyla gittik. Hacı bizi 1986’da BEDRİ Albay’a götürdü Albay ilginç bir insandı. Kısa sohbetimizin sonunda “Bu evi sana satayım, gideceğim, kalbim var” dedi. O tarihten beri orada oturuyoruz.

LİGOR şarap degüstatörüydü. Albayın da eski emir eriydi. Çok iri, ama sevimli gövdesi vardı. Minnacık evi, LİGOR’un gövdesinden biraz daha genişti! HAYATİ Beyin (TALAY) ona yardımlarını bir vefakarlık örneği olarak belirtmeliyim. (Bu konuşmayı yaparken dinleyiciler arasında bulunan ve Ada’nın simgelerinden biri olan HAYATİ Bey 2007’de aramızdan ayrıldı.)

VASİL müstesna meyhanesi, rakı adabına göre düzenlenmiş yaşamı ile Ada’nın aristokratı gibiydi.

KORELİ, Ada’nın ilk lokantasının sahibiydi. Bozcaada deyince, insanlar hemen “KORELİ”  derlerdi. KURTULUŞ ve küçük HÜSEYİN onu yaşatıyorlar.

FRANSIZ MEHMET Ada’nın ilk marangozuydu. FRANSA’da kaldığı için ona öyle denirdi. Çok genç yaşta gitti.

İLHAN Bey (ARAL) Galatasaray Lisesi mezunu idi. Espri anlayışı inceydi. Hassas, incelik sahibi insandı. ÇAYIR yolunda, Ada’lıların DALLAS dedikleri bir çiftlik yaptırmıştı. Kayalıklara gidip, kabuklulara limon sıkıp yiyecektik birlikte. Olmadı.

Tükenen kuşağın sonuncusu, bu yıl kendisini daha çok özlediğim İRFAN Bey (ARAL) nadir bir insandı. Üzümün ve şarabın ustası olduğu kadar dünya politikası ile ilgilenir ve bilirdi. Çok okurdu. Değerlendirmeleri zeka doluydu. Onu yavaş yavaş kaybettik. Tıpkı Ada’da bir dönemin sonunun gelişi gibi.

(2007’de, bu insanlara Ada’nın, denizlerinin, yolculukların simgesi YAKAR Kaptan eklendi. YAKAR Kaptan’ın gidişi, eski dönemin kapanışı demek oluyor.

Devlet Ada’da kaymakamları ve politikalarıyla görünür. Kaymakamlar deyince, 1980 öncesinden Kutlu AKTAŞ, 1980’lerden Caner YILDIZ ve 1990’lardan Yavuz AKKOÇ akla gelir.

Politikalar deyince Ada’nın yolları, kadastrosu ve Tekel alımları akla gelir. Devletin politikaları son on yılda bir büyük paket gibi ardı ardına uygulandı, daha önce görülmeyen etkiler yarattı. Eski uzun dönemin sonunu getirdi. Özetle, bağcılığı destekleme niyetiyle başlatılan (yada Ada’lıların öyle sandığı) politikalar, son on yılda hızla turizmi getirdi. Eski dönemin “yok”ları var olurken, “var”ları yok olmaya başladı. GEYİKLİ İskelesi’nin yapımı ile sefere giren araba vapurları ile Ada’nın kadastro’su örtüştü: Ada’nın bağlarından evlerine kadar her şey satılmaya başladı. O güne kadar Ada’yı bilmeyen yeni mülk sahipleri ile birlikte turizm de hızlandı.

Altyapıyı politikalar paketiyle oluşturursanız turizmi tutamazsınız, hızlanır. Her yerde böyle olmuştur. Şimdi zor ve değişik bir şey yapıp yapamayacağımız bir noktaya geldik: Turizmin (ve yeni mülklerin) yarattığı değişmenin sonucu ne olacak? Aleladeleşme mi, yoksa herkesin kazanabileceği bir yeni Ada modeli mi?

Son birkaç yıl bir şikayetler dönemi gibidir: Ada’lının eskisi “Ada artık eski Ada değil” diyor. Ada’lıların kazancı artanı (esnafı, Bayramiç’lisi) daha iyi bir ayar istiyor: Vapurun sıklaşmasını, gelenin gidenin edepli olmasını, ortalığı kirletmemesini istiyor. Gelen turist vapurların seyrekliği ve kuyrukların uzunluğundan hoşnut değil ve esnafın fiyatları yüksek tuttuğunu, hizmetlerin iyi olmadığına söylüyor. Bağcıların derdi apayrı. (Her yıl burada panelde konuşurlardı; bu yıl yoklar.) Üzümün devletçe koruma görmediğini söylüyorlar ki, şikayetlerin en önemlisi de bu. Çünkü, olup bitenler gösteriyor ki, üzümü korumak Ada’yı korumak demektir.

Bağcılığı korumak GÜLERSOY’un SULTANAHMET’i korumasına benzemiyor. Çünkü, üç bin yıldır Ada ekonomisini bağcılık çeviriyor. Eğer bugün turizmin iyisini becerebileceksek, bu, bağcılığı korumayı bilerek olacaktır. Yani, herkesin kazanabileceği bir Ada kimliği ancak bağcılığı koruyarak ortaya çıkabilir.

Ama, işte burada talihsiz bir noktadayız. Çünkü, “aramızdan ayrılanlar”a şimdi TEKEL katılıyor. TEKEL gidiyor. Haberlere göre, 26 Eylülde blok satışla gidiyor.

Biliyorsunuz, TEKEL Türkiye’nin beş yüz büyük finansı içinde sekizinci sıradadır. Ayrıca, AVRUPA’nın en büyük otuz alkollü-alkolsüz içki firması arasındadır. Kasasına günde on bin trilyon TL. para girer. 2001 yılı satış hasılatı 3.1 katrilyon TL.dir. ve bunun 1.9 katrilyonu vergi, fon, vs. şeklinde devlet geliridir. 2001 yılı karı 138 trilyon TL.dir ve TEKEL özelleşirse, bu, devletin kasasından özel kasalara akacaktır.

Yine biliyorsunuz, TEKEL tütünün de en önemli alıcısıdır. Yerli sigaranın (TEKEL’in) pazar payı %40 dır ve iki yabancı firma ise paylarını %30 a çıkarmışlardır. 1999 da beş bin köyde 570 bin ekici ailesi varken, yerli sigaranın pazar payı daraldıkça bu ailelerin sayısı 400 bine düşmüştür. Korkarım, yarın daha da düşecektir.

Bunları şunun için söylüyorum: Hatırlayabilirsiniz, 1970 lerde TEKEL’in motorları gelir, Ada’nın karasakızını alırdı. Karasakız şaraplıktır, konyaklık üzümdür. 1986 da Tuzburnu’nda TEKEL’in fabrikası kuruldu. Fabrika 1990 larda her yıl iki bin tona yakın üzüm alırdı. Bu 150 ila 200 üretici ailesinin gelir güvencesi demektir.

Ancak, on iki yıldır TEKEL’in alımları zayıfladı. 2001’de 700 bin kilodan biraz fazla, 2002 de 670 bin kilo kadar oldu. Kısacası, devlet bağcılığın altyapısı için bir şeyler yapacakmış diye düşünülürken, birdenbire geri çekildi. Üreticiyi beş yıldır yalnız bıraktı. (Geçen yıl üzüm bağda kaldı. Bu yıl üzüm 22 kuruştan satıldı. Bağlar köklenebilir!) Çünkü, ülke çapında üst kattan TEKEL’e “üreticiyi bırak, piyasadan çekil!” komutu verildi. Bu acıdır.

Şimdi temel soru şudur: Bağcılık ne olacak? İşler keyfe kalırsa, üç bin yıldır karasakız ve çavuşla yoğrulan Ada ne olacak? Bağcılığı keyfe kamış bir Bozcaada’da turizm ilginç olur mu? Bağcılığın kaderiyle ilgilenmeyen turizm aleladeliği getirir. Bu AVŞA Ada’sının hazin modelidir. Bağcılığa sahip çıkabilen, TEKEL’in büyük boşluğunu doldurabilen, kaliteli ve işlek bir yeni model arıyoruz.

Ada’lılar, yani bağcılar kendi kaderlerine sahip çıkabilirler mi? Bağcılığı kurtarabilirler mi? Yoksa, üzümler bağda mı kalır? Bağcıların kaderi TEKEL’in ortada bıraktığı tütüncülerin kaderi gibi mi olur? Yoksa, Ada’nın şarap üreticileri mi birleşerek fabrikayı alırlar?

Devlet bağcılığı desteklemekten çekiliyorsa, üretici karşısında özel bir tekeli mi bulacaktır? Tuzburnu’ndaki fabrikayı büyük ihtimalle ucuza alacak olan özel kişi, üreticinin kaderiyle ve Ada’nın bağcılığı ile ilgilenecek midir?

Eski dönem, insanları ve politikalarıyla kapanırken şunu merak etmeliyiz: Yeni Ada’lılar, yani dışarıdan gelen yeni mülk sahipleri kimlerdir? Onların ortak bir Ada’lılığı öncelikle bağcılık üzerinde kurulabilecek midir?

Devlet artık “Nasıl bir Bozcaada istiyoruz?” sorusunu sormuyor. Üreticiyi terk etmesi bu soruyu sormadığını gösteriyor. Soru belki de yeni girişimci olan turizmcilere kalıyor. Bunların yaratıcı ve koruyucu olanlarına. Çünkü, bağcılığa sahip çıkmayı bilen girişimci kendi sorunlarını da daha kolay çözecek bir kapasiteye erişecektir. Ada’nın geçmişi ile geleceği arasındaki köprü belki de bu ince çizgi üzerinde kurulacaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum.”


Evet, bundan beş yıl kadar önce Çay Bahçesinde bunları konuşmuşuz. Aradan geçen süre konuştuklarımızı zenginleştirmiş mi, yoksa sözlerimizi geçersiz mi kılmış? Bozcaada’mız, insanları, bağları, rüzgarı, denizi ve mevsimlerine göre hızlanıp yavaşlayan yaşama temposu ile özünü yitirmeksizin kimliğini koruyan, ama kendini güzelleştirmeyi bilen  bir Ada olmaya doğru gidebiliyor mu? Dostlarımız bunları, hep bunları konuşmayı sürdürsünler. Kolay gelsin.


TURİZME İKİ YAKLAŞIM

Müşteri velinimetimizdir
Ne yaparsa makbuldür!

Maliyeti (Ekonomik-Sosyal) yüksek olabilir.
Bozcaada ölçeğinde sonradan telafisi çok zordur.

Turist misafirdir. Hoş gelmiştir, ancak, ayakkabılarını çıkararak girmelidir.

Bozcaada Koruma İmar Planı Tartışılırken - 1

Kaynak:ÖZGÜN PEYZAJ KARAKTERİSTİKLERİNE SAHİP MEKANLARA YÖNELİK BİR PEYZAJ PLANLAMA YÖNTEMİNİN ORTAYA KONULMASI; BOZCAADA ÖRNEĞİ, Çiğdem KAPTAN AYHAN, Peyzaj Mimarlığı Anabilim Dalı Bilim Dalı Kodu: 501.05.00 Sunuş Tarihi: 08.11.2007, Tez Danışmanı: Doç. Dr. Şerif HEPCAN Prof. Dr. Tanay BİRİŞÇİ YILDIRIM (II. Tez Danışmanı), EGE ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ (DOKTORA TEZİ)


 ....................................................................
Kullanımları olumlu/olumsuz etkileyen/etkileyebilecek yukarıda dile getirilen faktörlerin de rehberliğinde ve "yöntemin uygulanmasıyla elde edilen mekansal kullanım öncelikleri hiyerarşisi dışında" Bozcaada bütününde genel anlamda aşağıdaki analizleri yaparak sorunları ortaya koymak ve çözüm önerilerini tartışmaya açmak olasıdır:
1. Bağcılık, Bozcaada'nın yüzyıllar öncesine dayanan tarımsal geleneği olması sebebiyle ada açısından farklı bir önem taşımaktadır. Adanın toprak yapısı ve iklim özellikleri sofralık ve şaraplık farklı üzüm çeşitlerinin yetişmesine olanak tanımaktadır. Özellikle ünü oldukça yaygın bir sofralık çeşit olan "Bozcaada Çavuşu" adaya özgü bir çeşittir. Ancak üzüm yetiştiriciliği oldukça zor bir tarımsal faaliyettir. Ürünün kaliteli olabilmesi için yılın tüm aylarında yapılması gerekenler vardır. Buna rağmen ada üzümlerinin özellikle çekirdeksiz üzüm çeşitlerinin piyasada yayılmasıyla beraber eski yıllarda olduğu gibi satışının yapılmaması, İstanbul dışında başka pazarının olmaması sebebiyle üreticinin maliyeti karşılayamamasına neden olmaktadır. Dolayısıyla birçok üretici hasadı bile yapamamakta, üzümlerini bağda bırakmak zorunda kalmaktadır. Buna ek olarak, adadaki bağların büyük bölümü yaşlı bağlardan oluşmaktadır.Ayrıca adada yetiştirilen sofralık ve şaraplık üzüm çeşitleri sınırlıdır. Dolayısıyla özellikle şarap yapımı için farklı çeşitlere ihtiyaç duyulduğunda Bozcaada dışından üzüm getirilmesi söz konusu olabilmektedir.
Bağcılıktan istedikleri ölçüde gelir elde edemeyen bağ sahiplerinin, turizmin de etkisiyle bağ alanlarını satışa sunmasıyla beraber bağ alanlarında azalma söz konusu olmuştur. Özellikle İstanbul'dan Bozcaada'ya gelerek burada 2. konut sahibi olmak isteyenler aldıkları arazilerdeki bağlarla bir süre ilgilenmekte ancak daha sonra yaşamlarını Bozcaada'da sürdürmedikleri veya bu kültüre uzak oldukları için ilerleyen süreçte bağları kendi haline bırakmaktadırlar. Bu durum var olan bağ alanlarının kaybolmasına neden olmaktadır.
Tüm bunların çözüme ulaştırılması, bağcılığın adanın temel ekonomik faaliyeti haline getirilmesi gerekmektedir. Bu aşamada, adanın toprak yapısına ve iklim özelliklerine uygun farklı çeşitler saptanmalı ve adada yetiştirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Ayrıca adada çok yıllık olan yaşlı bağlar yenilenmeli ve modern yöntemlere geçiş sağlanmalıdır. Böylece adada farklı türlerin yetişmesi sağlanabilecek ve kaybedilen pazar payının geri kazanılması için fırsatlar yaratılabilecektir.
2. Şarap yapımı da Bozcaada'nın tarihinde öteden beri süregelen ve bugün de önemli yer tutan ekonomik bir faaliyettir. Bu alanda faaliyet gösteren adanın şarap firmaları da çeşitli problemlerle karşı karşıyadırlar. Öncelikle (ÖTV) olarak adlandırılan vergilerin artırılmasıyla fiyatlarda oluşan değişikliğin şarap satışlarında önemli azalmaya neden olduğu belirtilmektedir. Son yıllarda şarap üretiminde daha teknik ve bilimsel yollara başvurulması adada üretilen şarabın kalitesinde bir artış sağlamıştır. Yurt içinde kısıtlı bir pazar payına sahip Bozcaada şaraplarının hem bu payı artırması hem de yurt dışındaki şarap sektöründe adını duyurabilmesi için üretici lehine çeşitli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca yurt içi ve dışındaki akademik kuruluşlarla da işbirliğine gidilmelidir.
Bozcaada'da şarap üretimi yüzyıllardır süregelen uğraşlardır. Bu alanda daha teknik ve bilimsel çalışmaların gerçekleştirilebilmesi ve adalı gençlerin bu konuda bilimsel temellere oturan eğitim alabilmesi amacıyla bağcılık ve şarap üretimiyle ilgili bir yüksek okul ya da meslek yüksek okulu açılması üzerine çeşitli çalışmalar yapılmalıdır.
3. Adanın tarımsal ürün deseni sahip olduğu özellikler itibariyle (toprak yapısı, iklim özellikleri) oldukça kısıtlıdır. Adanın tarihine bakıldığında insanların en uygun ürün olarak üzümü seçtikleri görülse de adaya uygun başka tarımsal ürünlerin yetiştirilmesine olanak sağlanmalıdır. Son yıllarda yapılan zeytincilik ve organik tarım projeleri dikkatlice takip edilmeli ve desteklenmelidir.
4.      Bozcaada'nın sahip olduğu doğal ve kültürel özellikleri sayesinde son on beş yıl içinde tanınarak bir turizm merkezi haline gelmesi, adanın sıradan yaşamında oldukça önemli değişiklikler yaratmıştır. Turizm, ada insanı için farklı bir gelir kaynağı olmuş ve ev pansiyonculuğundan küçük ölçekte tatil köylerine kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde hizmet vermeye başlamışlardır. Ancak turizmin Bozcaada ekonomisinde önemli yer tutmasıyla beraber farklı ölçeklerde sorunlar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Turizm öncelikle ev pansiyonculuğuyla başlamıştır. Genelde özgün Bozcaada evlerine sahip adalılar, evlerinin bir veya birkaç odasını pansiyon olarak işletmeye başlamışlardır. Bu şekilde başlayan turizm hareketinin iyi bir ekonomik kaynak olduğunun fark edilmesiyle beraber, pansiyon amaçlı yeni evlerin inşa edilmesi, dolayısıyla kent içindeki geleneksel yerleşim dokusunun zarar görmesi ve kentsel yerleşimin yayılması sonucunu doğurmuştur. Turizm elbette ada için önemlidir ancak bugün devam etmekte olan tehlikeli yapılaşma sürecinin de engellenmesi ve özgün mimari dokunun korunduğu bir çerçeveye oturtulması şarttır. Bu konuda Şirince, Safranbolu, Beypazarı vb. kentler örnek alınarak, özgün mimari dokunun korunarak turistik kullanımlara uyarlanmasına daha fazla çaba gösterilmelidir.
5.      Bozcaada'nın nüfusu da turizm hareketlerinin başlamasından etkilenmiştir. Kış aylarında ıssızlaşan ada, turizm sezonunun başlamasıyla beraber hareketlenmekte ve nüfus 10.000'lere varmaktadır. Bu mevsimsel nüfus artışı Bozcaada'nın kaynaklarını zorlamaktadır. Ada içindeki trafik karmaşası ve otopark sorunu özellikle kent merkezinde ciddi sıkıntılara yol açmaktadır. Bozcaada'nın altyapısı bu nüfusa göre planlanmadığı için özellikle içme suyu konusunda problemler baş göstermektedir. Bozcaada'nın yeraltı su kaynakları açısından oldukça fakirdir. Suyun Bozcaada'ya Çanakkale'den deniz altındaki bir sistemle geliyor olması nedeniyle tüm dünyada yaşanan su problemlerinin Çanakkale ve Bozcaada'yı da olumsuz etkilemesi büyük olasılıktır. Bu yolda özellikle yağışlı mevsimlerde suyun toplanması ve depolanması yoluna gidilmesi bir çözüm olabilir. Örneğin Ürdün ve Hindistan gibi ülkelerde yağışlı mevsimlerde çatılara kurulu olan sistemlerle yağış suyu toplanarak bahçelerde yeraltındaki tanklarda depolanmakdır. Hatta bunu yapmak yasal bir zorunluluktur. Ayrıca Bozcaada'da özellikle yaz aylarında yaşanan trafik sorunun çözümlenmesi için anakaradan vapurla arabalı geçiş için ödenen ücretin artırılması yoluna gidilmesi ya da adaya günde girebilecek araba sayısının sınırlandırılması trafiğin çözümlenmesi açısından bir öneri olabilir.
6. Bozcaada'da iklim koşulları gereği yaz aylarındaki turizm sezonu özellikle Ege ve Akdeniz kıyılarına göre daha kısa sürmektedir. Bu durum adadaki turizm aktivitelerini sınırlandırmakta ve çeşitliliğini azaltmaktadır. Deniz suyu sıcaklığının kullanıma izin vermediği ama iklim koşullarının ulaşıma ve çeşitli aktivitelere elverdiği zamanlarda da Bozcaada'nın farklı turizm aktivitelerine (dalış sporu, bisiklet turları vb.) ev sahipliği yapabilmesi açısından gerekli şartlar sağlanmalıdır.
7.      Çöp depolama konusu da Bozcaada için çözüm bekleyen başka bir problemdir. Bugün ada içinde gelişigüzel olarak depolanan çöp çeşitli problemlere de zemin hazırlamaktadır. Son olarak 2007 yılının bahar aylarında çöp alanında başlayan küçük çaptaki yangın bu problemlerin bir habercisidir. Ada ekosisteminin kırılgan doğası gereği, küçük bir müdahale halinde bile bozulmaya uğrayabilecektir. Çöplerin ayrıştırılması, organik atıkların yeniden değerlendirilmesi, tehlikeli atıkların mutlaka ana karaya taşınması gibi çözümler dikkate alınabilir. Bu konuda ada halkını hem teşvik edecek hem de zorunlu kılacak önlemler birlikte alınabilir. Geçmiş yıllarda Bozcaada'da başlatılan naylon poşet yerine kese kağıdı kullanılması kampanyası gibi etkinlikler yeniden canlandırılabilir.
8.      Bozcaada zengin tarihinin bir getirisi olarak özgün bir kentsel dokuya sahiptir. Rum ve Türk kültürünün izlerini bir arada barındıran evleri ve sokak dokusu son derece ilgi çekicidir. Ancak Bozcaada'nın kentsel siluetine bakıldığında ilk göze çarpan bu farklı ve tarihi doku değil, resmi kurumlara ait yapılar olmaktadır. Adanın sahip olduğu mimari dokuyla çatışma halinde, kimliksiz ve sıradan bir anlayışla yapılmış bu binalar adanın mimari özgünlüğüne ciddi zarar vermektedir. Adanın 182 evden oluşan toplu konutu da aynı şekilde özensiz yapılmış binalardan oluşmaktadır. Adadaki doğal ve kültürel değerlerin korunması amacıyla devlet kurumları tarafından oluşturulan koruma kararları ve inşaat koşullarının, devletin başka kurumları tarafından çok ciddi şekilde ihlal edilmiş olması ciddi bir paradokstur.
9.      Bozcaada ve benzeri özgün değerler taşıyan alanlarda o yöreye ait özellik ya da özelliklerin simgelendiği plastik elemanlar her zaman dikkat çekici olmuştur. Bozcaada kalesi tarihi bir yapı olarak ziyaretçilere bu farkındalığı yaşatsa da yine de ilçe merkezinde adanın geleneksel özelliklerini simgeleyen, hatırlatan bir eserin bulunması her zaman akılda kalıcı bir görsel zenginlik sağlayacaktır.
10.  Adada koruma işlevi doğal, arkeolojik ve kentsel sit kararlarıyla sağlanmaktadır. Ancak söz konusu sit alanları ve özellikle doğal sitler olduğu zaman, çok boyutlu sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, bu karar mekanizmasının özellikle Bozcaada gibi farklı ekolojik koşullara ve kültürel değerlere sahip alanlarda işleyişinin daha dikkatli değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunun da ötesinde, karar verme sürecinin daha şeffaf olması, gereken tüm uzmanlık dallarının yer aldığı, daha bilimsel temellere dayanan kararlar alabilen kurulların oluşturulması, Bozcaada ve benzeri peyzajların mekansal planlanması açısından hayatidir.
11.  Adanın özellikle batısında yer alan maki ve sınırlı orman alanları özenle korunmalıdır. Özellikle yangın tehlikesine karşın tüm önlemler alınmalıdır. Buna ek olarak; mümkün olan tüm alanların ada doğal ekosistemine uygun türlerle ağaçlandırılması amacıyla üniversiteler ve vakıflarla işbirliği olanakları yaratılmalı ve çeşitli kuruluşlardan maddi destek sağlanmalıdır.
12. Bozcaada doğal değerlerinin yanı sıra zengin tarihinin bir getirisi olarak arkeolojik değerlere (kent merkezi sınırları içinde kalan kazı alanı gibi) de sahiptir. Ancak bu değerlerin gün ışığına çıkarılması uzun ve maddi olarak külfetli kazı çalışmalarını gerektirmektedir. Bu çalışmaların gerçekleştirilmesi için çeşitli kurumlarla işbirliği yapılmalıdır.
13.  Çalışma alanında yıl içinde farklı zamanlarda gerçekleştirilen çeşitli organizasyonlar (festivaller, şenlikler vb.) adanın tanıtılması açısından oldukça önemlidir. Bu tür oluşumlar amaçlarından sapmadan artırılmalı ve devam ettirilmelidir.
14. Bozcaada'da yer alan kamu kurum ve kuruluşlarının çalışmaları, projeleri adanın geleceği açısından çok önemlidir. Bu kuruluşların bugünün teknolojilerini (uydu görüntüleri, uzaktan algılama programları ve bunları gerçekleştirebilmek için gerekli teknik donanım ve eleman) kullanmaları gerekmektedir. Özellikle adanın tüm doğal ve kültürel değerlerinin dökümü oldukça detaylı bir şekilde oluşturulmalı ve sürekli güncellenmelidir. Ayrıca belediye ve kaymakamlık bünyesinde adanın söz konusu değerlerini doğru değerlendirebilecek meslek gruplarına ait uzmanların görev alabilmesi için kadrolar yaratılmalıdır.
15. Ulusal ya da uluslar arası çeşitli kuruluş ya da vakıflarla yapılacak çeşitli ortak projeler veya bu          kuruluşlardan sağlanabilecek maddi destekler Bozcaada'nın sürdürülebilir geleceği açısından umut verici adımlar olacaktır.

Sonuç olarak; Bozcaada'nın coğrafi konumu, tarımsal ve turistik potansiyeli, özgün mimari ve kentsel dokusu, kültürel değerleri gibi sahip olduğu pek çok doğal ve kültürel niteliğiyle öne çıkan özgün bir peyzaj olduğunu bir kez daha vurgulamak gereklidir. 

Özellikle son yıllarda, hem olumlu hem de olumsuz etkileri de beraberinde getiren giderek artan turizm talepleriyle karşı karşıyadır. Aksine, ada kimliğinin en önemli bileşenlerinden olan ve yüzyıllardır süregelen geleneksel tarımsal faaliyetler ise giderek yok olmaktadır. Böylesine bir alanda koruma başta olmak üzere farklı kullanımları bir arada var etme, aslında bir anlamda adanın kimliğini geriye kazanma/muhafaza etme çabasının; peyzaj planlama ilkeleri temeline oturan, bir mekansal planlama anlayışının rehberliğine gereksinim duyduğu açıktır. 

Bu çalışma bir ölçüde bu açığı kapatma yolunda ciddi bir örnek oluşturmaktadır. Gerek kullanılan yöntemin benzer özellikteki başka alanlara uyarlanabilir olması gerekse Bozcaada'ya yönelik ekolojik temelli bir planlamanın referanslarını taşıması, bu araştırma açısından da ortaya çıkış amaçlarıyla örtüştüğü için kayda değer bir durumdur.
Önemle vurgulamak gerekir ki; çalışmanın sonuçlarının sadece bu aşamada bırakılması daha önce de dile getirilen nihai hedeflere varmada Bozcaada açısından çok önemli bir eksiklik olacaktır. Çünkü burada yapılan olabildiğince nesnel ölçütlerle hangi mekansal kullanımın Bozcaada'nın hangi bölümü için daha uygun olduğunun saptanmasıdır. Bu nedenle ortaya konulan kullanım önceliklerinin uygulamaya geçirilmesi ancak araştırma sonuçlarının tartışılacağı bir sonraki süreçte yerel yöneticiler ve halkın katılımıyla olasıdır. 
Araştırma sonuçları ancak uzmanlar gözüyle Bozcaada'ya bir bakışı ifade etmektedir. Elbette gerek araştırıcı gerekse hemen bütün uzmanlar Bozcaada'yı iyi tanıyan ve hatta bazıları orada yaşayan kişiler olsalar bile, bu sonuçların sadece uzmanlar tarafından değil çok farklı kesimlerce etraflıca tartışılması ve üzerinde genel bir uzlaşının sağlanacağı yasal dayanağı olan politikalara ve kararlara dönüştürülmesi esastır. 
Aksi durumda çalışmayla hedeflenen iki boyutlu faydadan birisi olan Bozcaada'yla benzer niteliklere sahip diğer alanlara da uyarlanabilecek bir yöntem üretme düşüncesi dışında, Bozcaada özelinde uygulanma ve dolayısıyla başarı şansı düşük olacaktır.

9 Eylül 2010 Perşembe

"Deliye Her Gün Bayram"

Başlık yine benim değil.
Yine Cengiz Bektaş Hocadan aldım.
Ne yapayım? O kadar güzel anlatmış ki Hoca!
Katılmamak, evet, tam da bu dememek elde değil.
Okuyalım:

İnanamıyorum...
Bütün ülke nasıl olur da bu kadar gün dinlenceye çekilir?
Olur mu böyle şey? Oluyor işte...
......................
Bayram da bayram... Deliye her gün bayram...
Bayram dedikleri de bayram olsa...
İnsanlığa sığacak şeyler mi bayramda olanlar? Ayrıntıya girmeye gerek yok...Hemen, ilk iki günde, yüzün üstünde kişi öldü, ondan da çoğu yaralandı.
Neden?

Maymunların bile yapabileceği gibi, bir tekerleği sağa sola çevirebilmek beceri sayılabilir mi? Bakalım sürücü belgesi almak isteyen kişi, yeterince insanlaşmış mı, akıl denilen şeyden payını alabilmiş mi?

Artık herkes biliyor bayram falan değil bu...
(Büyüklerin ellerini öpmek, onları yılda bir iki kez bile olsa sarıp sarmalamak, küslerin barışması, konu komşunun kucaklaşması, toplum yaşamının olumlanması değilmiydi bayram?)

Dinlencenin ilk günü: "Haydi az biraz açılalım" dedim eşime, oğullarıma... Haliç'in kıyısındaki "Rahmi Koç" müzesine götürdüm onları... İşleyim (endüstri) çağında, işleyimle ilgili, teknikle bilimle ilgili bir şeyleri görüp, geleceğe ışıklar yakabiliriz belki içimizde... Olur a...

Herşeyden önce iyi onarılmış, çağdaş bir işlev verilmiş (insan sıcağına kavuşturulmuş) tarihsel bir yapıya girmekle mutlanıyorsunuz elbette... Bu mutluluğu sonuna dek koruyabilmek için direndim de direndim... Beceremedim...

Fotograf aygıtından uçağa, buhar kazanından lokomotife, sandaldan gemiye, çağımızın bir çok buluşu sergileniyor müzede.

Onları, eskiden yeniye izlerken ayırımına varıyorsunuz ki, bizden, coğrafyamızdan, toplumumuzdan hiçbir buluş, küçücük bir yaratı yok... "Şu sofraya biz ne katmışız?" diye bakmaya görün...
İçinizi karalar basıyor, yüreğiniz daralıyor...

Yıllar yılı, otomobil parçalarını birbirine "şekilde gösterildiği gibi" bağlamaktan başka bir şey yapamıyoruz..."Haydi artık şunu biz de yapmayı deneyelim, bunca yıl maymunluk yeter!" Diyenimiz yok...
Her şeyimizi, ama her şeyimizi, kimilerimizin ayakkabılarını, giysilerini bile, başkaları bizim için yapıverirken, yollarımızda elbette bir günde yüzlerce kişi ölecek, ya da yaralanacak...

Önümde bir derginin Bilim Teknik eki duruyor. Yazmayı bıraktım, üşenmedim, içindeki "Bulmaca" daki sözcükleri saydım. Seksenbeş sözcük sorulmuş... Bunlardan yalnızca sekizinin karşılığı Türkçe... Yüzde on bile değil... Dilimize karşılığını bile koyamıyoruz artık, çağdaş teknik kavramların...
Neyse ki deliye her gün bayram...

25 Ocak 1999


Bu gün Bayramın ilk günü.
Adada yer gök insan ve araba.
İnsanlar İstanbuldan, Ankaradan, Tekirdağdan, Bursadan, Kocaelinden.
Arabalar Amerikadan, Almanyadan, Japonyadan, Fransadan.
Çinden bile var.

Adada Rum mahallesi, Rum evleri, Rum müziği...
Rum usulu balık, kalamar, ahtapot, kurabiye....
Ama Rum yok.

Adada Adalı Türk esnaf da eser miktarda.
"İşletmeciler" İstanbullu, "işletilenler" de "İstanbullu."
Neden birbirilerini gelip taaa Adada "işletiyorlar?"
Henüz tüketilmemiş adayı da çiğneyip çiğneyip tükürüverecekleri gün çok mu uzakta dersiniz?
Marmarayı lağıma, Karadenizi bulaşık suyuna çevirdikten sonra sıra buraya geldi anlaşılan.

Pek tuttuğum bir sözcük değil ama "çakma" tam da Adaya oturuyor şu günlerde.
Çakma turistler.
Çakma turizmciler.
Çakma bayramlar.

Adanın çakma turizmine devam edeceğiz.

İyi bayramlar...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

"İnsanlık Adına"

"İnsanlık Adına" üstad-mimar, halk yapı sanatının en yetkin isimlerinden biri olan sevgili Cengiz Bektaş Hocanın "Kentli Olmak ya da Olmamak" adlı kitabında yer alan bir yazısının ismi. Yazı 1998 yılı nisan ayında bir bayramdan sonra kaleme alınmış. Cengiz Hoca bu yazısında, bayramda, kendi de yaşadığı Gürenin bir dağ köyündeki "turist" davranışlarını anlatıyor.

Yazıda geçen "köy" yerine Bozcaada, "alan" yerine Bozcaadaki meydanı, "köylü" yerine Bozcaadalı kelimelerini koyarak okursanız dersiniz ki Cengiz Bektaş Hoca Adayı anlatmış.  En güncel haliyle... Hoca bayramdan sonra yazmış, ben bayramdan önce yazıyı aldım. İki gün sonra bir de bu gözle bakın diye...

Yazıyı okuyalım.

"İnsanlık" Adına...

Köyün bir tanecik alanı var.
Çok seviyoruz...
Orada birbirimizi buluyoruz çünkü...
Ağaçları, çiçekleri, havuzu, çeşmesi, dağ çayları, da sunan çayhanesiyle bir park orası...
Köyün oturma odası...
Yerleşmenin alanını, "resmi geçit" ya da "trafik" yeri sanan günümüz yöneticilerine, onların isteklerine uyan tasarımcılarına bir karşı yanıt gibidir köyümüzün göbeği...
Belediye, hemen tüm dükkanlar (bakkallar, kasaplar,berberler) fırın, PTT, parti odaları, korumalar; kısaca tüm ortak kullanımlar bu alanın çevresindedir. Yapılarla ortadaki parkın arası tek yönlü yol... Tam bir çember çiziyor. Üzerinde "park" etmek yasak... Az ötede (neredeyse bitişikte) otopark var.

Adam ta İstanbuldan kalkar, bunun için gelir sanki...
Arabasını yolun ortasında bırakır, bakkala girer alışverişini yapar. Köylümüz sabırlıdır bekler...
Arabanın kapısı ve arabesk müziği açıktır. İçinde "eşofman"lı insanlar vardır... Eşofman çıkmamış olsaydı pijamalı olacaklardı besbelli... Çevrelerine, insanlara en küçük saygıları yoktur...

Ne olacak canım, takılma!
Takılmayacağım ama, dediğim gibi, tüm köyü işlemez duruma sokuyorlar... Köylülerin de bir şey söylemediği, bu köylü kalamamış, kentli olamamış insanlar, köyleri, kentleri, yolları, her şeyi tıkıyorlar.  Yaşamı zorlaştırıyorlar.

Tek ölçütleri var: Çıkarları... Alacaklarına göre yönleri çok kolay değişiyor. Ne sözlerine, ne oylarına, hiç bir şeyine güvenmek olası değil... Ayakları, kökleri yerden kopmuş bir kez...

Kedi gibi davranabilirler, dikenli bir bitki gibi de... Hem korkaktırlar hem de kavgacı... Tutarlı değer yargıları, davranış ölçütleri yoktur. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmaz.

Çok kısa görüşlüdürler... Yollarda izlerinde gidip dururlarken birden sollayanlar, ya da tekerleri bankette tozu dumana katarak, önündeki aracı sağından geçenler bunlardır. Ancak kuralları çiğneyerek kendilerini kanıtladıklarını sanırlar. Her türlü kuralı çiğneyip; polis durdurunca da bin dereden su getirenler, yalvaranlar, "rüşvet"e zorlayanlar bunlardır.

Genellikle İstanbul plakalıdırlar. Gençliğimde İstanbul plakası saygı uyandırırdı, şimdilerde görmemişliğin, densizliğin, utanmasızlığın simgesi gibi...

Bu son bayramda ölen ikiyüzün üzerinde insanın büyük bölümü bu türlü kişilerin kurbanlarıdır. Bir kişinin "sürücü belgesi" alabilmesi için önce insan olması gerekmez mi? Bir çok ülkede psikologlar da girer devreye sürücü belgesi alabileceklerin saptanmasında...

Öyle ya, kişi en az insanlık niteliklerine ulaşmış mı bakalım?

20 Nisan 1998