23 Şubat 2011 Çarşamba

Ada nazlı, kaprisli, hoyrat, güzel mi güzel, alımlı mı alımlı bir sevgili gibi! - Adnan Filiz

Bozcaada Haber’e iki yazı yazdım.
Birincisinde “Sevmek Yeter mi” dedim.
Bozcaada’yı neden çok sevdiğimizi anlattım. Ama gelişimine bakıp korktum… Bir annenin bebeğini sevmenin ötesinde gösterdiği duyarlığı aradım Adamız için.
İkinci yazımda “Bozcaada’yı sevmek kolay, ama yaşamak o kadar kolay mı?” diye sordum.
Bu cennet adayı zor yaşanır olmaya yönelten konuları sıraladım. Biraz acımasızca eleştirdim.


İzlediğim kadarı ile bu yazıları hem Adalılar, hem ada sevdalıları, hem de adayı tanımak bilmek isteyenler okumuş. Gördüğü ilgiden bunu anladım.
Gönlümün içinde bir sızı oluştu.
İnsan nasıl bir duyguya kapılır, istemediği halde eleştirir, sevgilisini üzer… İşte öyle bir hale geldim.
Gül koklarken dikenin batması gibi.
Acıyla irkilmiştim. Ama bu acı “hiçbir gülün dikensiz olmayacağını” anımsattı bana…
Hiçbir güzelin kusursuz olmayacağı gibi!
Zaman zaman İsviçre’yi anımsadım.
Derdi, tasası, düzeltilecek bir eksiği kalmadığı için, ne kadar sıkıntı yarattığını önümüze konan filmler bile çevrilmişti.
Sonra kendimle hesaplaştım.
Bir güzelliğe varmak için hep sıkıntı ve üzüntü çekmek kaderimiz miydi?
Güzeli daha güzel yapmak, kuralı uygulanabilir kılmak, zenginliğe sahip çıkmak, içinde yaşadığımız uygarlığın güvencelerini beklemek…
Doğanın verdiği tüm olanakları korumak ve kollamak…
Eskiye sahip çıkmak…
Geleneği sürdürmek.
Toprağı, denizi yozlaştırmamak…
Hepimizin hakkı aynı zamanda sorumluluğu, kutsal görevi değil miydi?
Yüzyıllardan beri gelen bağcılığımızı öldürmek kimin işiydi?
Şarabın ta fil derisi gibi görüntüsünden fışkıran güzellik serüvenine taş koyup bütün gönülleri esrikleştiren kutsal yaşamını engellemek kimin haddiydi?
Kendine özgü bir tarihi kimliğini İç Anadolu’nun geri kalmış bir kasabası gibi görmek ve değerlendirmek hangi görevlinin saçmalığı olabilirdi?
Burayı seven, burayı koklamak isteyen insanları haksız çıkarlar yüzünden kırıp geçirmek, onları küstürmek, gerçek ev sahiplerinin hakkı mıydı?
Nasıl bir konukseverlilikti bu?
İnsanları maddi bedel ödedikleri konularda manevi işkencelere sokmak olacak iş miydi?
Şimdi tüm bunları yaşamış insanlardan biri olarak yine de kendimi  “Bozcaada’da toprak ve ev sahibi olmak” yani “Bozcaadalı olmak” şansına sahip olmuş talihli ender kişilerden sayıyorum.

Orada sevgili torunuma ağacı, böceği, kuşu, kurdu tanıttım.
Fil derisi omcadan tomurcuk, yaprak, koruk ve de sonunda mis gibi tek taneli çavuş üzümünün doğuş serüvenini izlettim.
Çam ormanlarından kozalak toplarken sırt üstü yuvarlanarak doğa ile güreşmenin verdiği sevinç kahkahalarına tanık oldum.
Soğuk ama tertemiz denizinde balıkları izlettim. Denizden korkmamayı öğrettim.
Kendim için küçük bir mutluluk örnekleyeyim: Kışın Adada kimsenin olmadığı bir zamanda bir araya gelip İstanbul’da ada özlemi ile yanıp tutuşan Adnan ağabeylerini, Tülay ablalarını, şunları bir arayalım deyip telefona sarılan  “Şimdi Emin’le, Mustafa’yla, Ertan ile bir aradayız, Sizi anıyoruz, sizi arıyoruz” diyen Zeki’nin sesi, nasıl Adanın Poyraz’ını yansıtmaz.
Harıl harıl belediye seçimlerine soyunan Recep, Ali, Cevdet kardeşlerimin ve Başkanlığını sürdürmek isteyen Mustafa Başkanın güleç ve dost yüzleri hep gözümün önündedir.
Burada o kadar çok dostun adını sıralayabilirim ki, benim gibi aklında isim tutamayanlar Adaya gelsin, bu hastalıkları anında geçer.
Ada nazlı, kaprisli, hoyrat, güzel mi güzel, alımlı mı alımlı bir sevgili gibi!
Galiba ölümsüz sevginin sırrı da burada yatıyor.

Hiç yorum yok: