9 Eylül 2014 Salı

Tanıdığım Anke Atamer (2) Kamp Neden ve Nasıl Kapandı?

Anke’nin Kampı Almanca eğitim veren liselerin sınırlarını çoktan aşmış; diğer okullardan da talepler gelmekteydi.  Aileler ve gençler için bu kampa katılmış olmak neredeyse bir üstünlük, bir ayrıcalık gibi algılanır olmuştu.  

Katılacakların tespitinde Anke güçlük yaşıyordu, çünkü insanları kırmak, reddetmek ona göre bir şey değildi. Katılım için talep hatta baskı ise gün geçtikçe artıyordu. Katılamayan gençlerin aileleri bunu bir prestij sorunu haline getirmeye başlamışlardı…

Bir dönemlik kampların organizasyonunda dahi çok büyük güçlükler yaşarken iki döneme çıkarmaya neredeyse mecbur kaldı. Elektrikler sık sık kesiliyor, su bazen günlerce gelmiyor, yağmur yağdığında çadırları sel alıyor, yanında çalışan kadın “bugün işim çıktı” diye gelmiyor, o zamanın Bozcaada’sındaki bakkallarda her şeyi bulamıyor… Ulaşım konusunda İsmail minibüsü ile eli ayağı…

Bir yandan bunlarla uğraşırken, diğer yandan kampın iki döneme çıkması ellili yaşların hastalıklarını insafsızca provoke etti. Anke yüksek tansiyon hastası oldu.  Bazen günlerce gözlerinde uçuşan kelebeklerle dolaşıyor, çalışıyordu ve bir saatlik öğlen uykusu tansiyonunu düşürmeye yetmiyordu.  İnatla direniyordu ve bu direnmesi onu daha çok hırpalıyordu.

Anke ani ve radikal kararların insanıydı. Bir gün kampa uğradığımda, kampın işletmesini devredeceğini kendisinin de kampta sadece keyifli keyifli öğretmenlik yapacağını söyledi.  Ne dedimse vazgeçiremedim.  Bir an önce baskılardan, sıkıntılardan kurtulmak istiyordu. Sağlığı ciddi biçimde alarm vermeye başlamıştı. Bunalmıştı. 

İşletmesini devredeceği kişileri gözüm tutmamıştı. Kendisi de çok iyi tanımıyordu. Anlattım, Başka çözümler önerdim, olmadı. Anke insanlara kolay güvenirdi ve kafasına koyduğunu yapardı…

Kışın sözleşmeler imzalandı… İşletmeci artık başkalarıydı. Anke çok mutluydu. Sadece eğitimle ve gençlerle ilgilenecek, ders yapacak, diğer yükler başkalarında olacaktı… Kampta sadece öğretmenlik yapacaktı…

Bir sonraki sezon geldi çattı. Anke’nin Kampı olarak bilinen kamp, artık kamp Atlantis olmuştu.  Daha ilk dönemde yeni işleticilerin ilk işlerinden biri Anke’nin kamptaki işine son vermek oldu… Anke’ye kampa girmeyi yasakladılar… Anke böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Büyük bir darbeydi bu onun için. Çok üzüldü. Ama bu üzüntüsü kapıda bekleyen, yaşayacağı kâbusun daha başlangıcıydı, bilmiyordu…

O yaz ilk defa Anke’siz bir kamp yapıldı. İki – üç dönem birden. Talep çoktu çünkü insanlar kampı hala Anke'nin kampı diye biliyorlardı ama o kampa yaptığı sözleşme gereği ve işine son verildiği için giremiyordu. Buna dayanamadı ve adayı terk etti. Kilitbahir’e taşındı. Anke artık Kilitbahir’de yaşıyordu.

Sanırım kış aylarıydı, o dönemde Milliyet gazetesinde çalışan ve ismi yanılmıyorsam Sevinç olan bir gazeteci beni aradı. Ankenin kampını sordu. Bir yazı dizisi hazırlıyorum dedi. Ben bildiğim Anke’nin kampını anlattım. Ama bir sezonda kamp benim bildiğim kamp olmaktan çıkmış, haberim yoktu…

Bir süre sonra kamp gazete manşetlerindeydi… O yaz kampa katılan gençler için kışın da İstanbul’da organizasyonların yapıldığı; bu toplantılarda daha çok gençleri hedef alan “yeni moda” bir tarikatın propagandasının yapıldığı yazıyordu.  Anke’yi hemen aradım. O da okumuş ve İstanbul’a gitmişti.

“Gazeteye gittim, sözleşme belgelerini gösterdim, ama dinlediklerini bile sanmıyorum” demişti birkaç hafta sonra Kilitbahir’e ziyaretine gittiğimde.

Basında adeta bir linç kampanyası başlamıştı. Katolik kilise propagandasından “moda tarikat” propagandası yaptığına kadar birçok yalan, birçok iftira yağıyordu, uçuşuyordu gazetelerde... 

Halbuki Anke bir ateistti… 

Tutmadı, alman ajanlığı… 

Asla herhangi bir konuda herhangi birine propaganda yapmayacağı gibi, inanmadığı ve karşısında olduğu bir şeyin propagandasını hiç yapmazdı… Anke iletişim biçimi olarak “propaganda”yı reddeden bir insandı… Akla ve iradeye inanan bir insandı. İftiralar akıl dışı ve … aslında komikti.  Sinirden kendisi de gülüyordu bazen. 

Birileri Anke’ye çok fena takmıştı…

Savcılık soruşturması başladı ve Anke çok uzun yıllar mahkemelerde kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan konularda suçsuzluğunu kanıtlamakla uğraştı. Kanıtladı çok doğal olarak ama çok yıprandı. 

Onu mahkemelerden de daha çok üzen, kendisini yıllardan beri Adada tanıyanlardan bazılarının “acaba mı” diye kuşku ile bakmaları ve bunu dile getirmeleri oldu. Bunu hiç unutamadı.

Kampın başarısı, her başarılı örnekte olduğu gibi kiminin açgözlülüğünün, kiminin kötü niyetinin, kiminin çekememezliğinin ve ikiyüzlülüğünün iştahlarını kabartmıştı. 

Başarısının bedelini Anke’ye çok çok ağır ödettiler…

Kamp tarih sayfalarında yerini aldı… Bir daha açılmadı.

Kilitbahir’e, o günlerde fırsat buldukça hafta sonları gidiyordum. Uzun uzun konuşuyorduk. Bazen ağlıyor bazen gülüyordu haline. Ve pek az insanın yapabildiği şeyi, kendi ile dalga geçmeyi beceriyordu kendisi için o kadar zor günlerde.

Yıllarca emek verdiği, gecesini gündüzüne kattığı kampı, ismi; bir anda yerle bir olmuştu adeta. Herkes onun kamptan çok para kazandığını zannederken o kampın masraflarını denkleştirmek için kış boyunca ders vermek zorundaydı.  Üstelik şimdi kampı kiraladığı “işletmeciler” kampı her yönüyle bitirdikleri gibi ödemeleri de yapmamışlardı ve ondan ders almak isteyen yoktu… Başkasına kiraya veremezdi, birkaç yıllık sözleşme yapmıştı…

Çok zor geçen bu birkaç yıldan sonra Anke tekrar çok sevdiği Bozcaada’ya döndü. Kilitbahir’deki evi muhteşem boğaz manzaralı küçük bir evdi ama orada yapamadı, adadan ayrı kalamadı. 

O zor yılları atlatırken Anke’nin sadece başkalarına karşı değil, kendine karşı da olan katıksız dürüstlüğüne, içsel ve duygusal zekâsına, kararlılığına ve kendini onarma gücüne tanık olmak benim için eşsiz bir gözlem ve tanıklıktı.  Bu dönemdeki uzun konuşmalarımız daha çok psikolojik danışma ve destek formatındaydı. Bu nedenle örnekler vermem etik olmaz. Ancak Anke’nin inanılmaz genişlik ve derinlikte bir iç dünyası ve inanılmaz bir iç görüsünün olduğunu söyleyebilirim.
     
Kampın bu şekilde kapanması ve yok olmasının içinde yarattığı o kocaman boşluğu ve kırgınlığı kısa bir süre sonra doldurmanın bir yolunu buldu.  Yazacaktı…

Yazmak onu tekrar eski neşesine kavuşturdu. Çocuklar için dediği ama aslında yetişkinleri hedef alan bir kamp değil, ütopik bir ülke yarattı bu defa. Yarattığı karakterler üzerinden insanı, toplumu ve ilişkilerini sorgulayan ve yeniden kurgulayan bir roman.  

Kampın yerini bu romanın en az kendisi kadar ilginç olan hikayesi almıştı. Çok büyük bir disiplinle, ki onun diğer önemli bir özelliğiydi, ama çok da eğlenerek, keyif alarak çok uzun saatler boyunca kampta çalışırcasına, yazmaktaydı. Çok heyecanlıydı. Kamptaki gençlerin yerini romandaki gençler almıştı. Onlarla üzülüyor, onlarla umutlanıyor, onlarla “dünyayı kurtarıyordu”.  

Oturup sohbet ettiğimizde bazen kahkahalarla gülerek yazdığı bölümü anlatıyordu ve “sakın kimseye söyleme böyle eğlendiğimi, beni deli sanacaklar; ama boşver zaten öyle biliyorlar, öyle bilsinler” diye şakalaşıyordu.

Roman onun kaybının bir nebze telafisi ve kurtarıcısı oldu.

Eşzamanlı olarak, Türklerin Almanca öğrenmeleri ile ilgili edinmiş olduğu çok büyük deneyimi “Anke Atamer Yöntemi” denilebilecek, görsel ve işitsel malzeme ile destekli bir ders kitabına aktardı.

Bundan bir süre öncesinde, ikinci romanını yazmaya başlamıştı…


Yine çok heyecanlıydı. 

Her yeni kamp döneminin başında olduğu gibi…

8 Eylül 2014 Pazartesi

Tanıdığım Anke Atamer

2010 yılı Kasım ayında uzun yıllardır aklımın köşesinde olan bir şeyi yapmaya fırsat buldum.  Vakit ayıramamış olmaktan son derece rahatsız olduğum bir şeydi bu – Anke’nin Kampını yazmak.

Akademik yaşamımda en çok ilgimi çeken konu farklı eğitim paradigmaları ve onların uygulamaları olan farklı eğitim modelleri/sistemleri oldu. Halen öyle. Dünyanın neresinde olursa olsun; akademik, özgürlükçü, toplumcu ve teknolojik eğitim paradigmalarının katışıksız ya da karma uygulamalarına ilişkin örneklerini izlemeye çalışırım. Anke’nin Kampları seksenli yıllarda başladığında yakından izlemeye çalıştım. 

Her hangi bir eğitim uygulamasının ardındaki paradigmanın temel öğelerini nasıl kavramlaştırdığını ve tarif ettiğini bilmezseniz, ne insanı, ne toplumu ne de toplumun alt sistemleri olan eğitimi, ekonomiyi, siyaseti, kültür ve sanatı kavramanız ve yorumlamanız; aralarındaki geçiş ve bağları anlamanızın mümkün olmadığını düşünürüm. Birey ve toplumların/toplulukların tüm davranışlarına yön veren zihinsel harita o birey ya da toplumun/topluluğun aldığı eğitimin paradigmasında gizlidir.

Anke’nin Kampı Türk Eğitim Sisteminin paradigmasıyla pek uyuşmuyordu.  Ama kamptaki uygulamalar, kampı ağırlıklı olarak tercih eden öğrencilerin geldikleri okullar olan Alman ve Avusturya okullarının paradigmaları ile de örtüşmüyordu.

Sınıf düzeni, öğretmenin rolü, yetiştirilmesi hedeflenen insan tipi, disiplin anlayışı, kullanılan araç-gereç, uygulanan programın içeriği, başarıyı değerlendirme kriter ve yöntemleri, kullanılan eğitim teknik ve yöntemleri, otorite figürünün niteliği, iletişim biçimleri,  yönetim biçimi her iki modele de uymuyordu. Kendi bütünlüğü içerisinde de yer yer çelişkiler mevcuttu.  Bu haliyle de ülkemizde, hatta dünyada benim bilebildiğim örneklerden oldukça farklıydı. Eklektik, orijinal ve kendine özgüydü.

Modeli anlayabilmek ve analiz edebilmek için kamp zamanları Bozcaada’da bulunmaya gayret ettim. Önce uzaktan sadece izledim. Sonra gidip Anke Atamer ile tanıştım.  Anke’nin öğlen uykusundan sonra bir saatlik uzun bir yürüyüş bitmeden Waldrofshule’yi, Makarenko’yu, Köy Endtitülerini, Summer Hill’i, John Dewey’i, Allen’i, Malinovsky’yi, Emerson’u,  Krishna Murti’yi tartışmıştık bile. Tanıştığım an çok uzun sürecek ve bana çok şey katacak bir dostluğun başladığını biliyordum…

Anke’nin kampının eğitim açısından değerlendirilmesinden çok, Bozcaada’nın tarihine kampla ilgili not düşmek için hazırladığım yazıyı Anke’ye ilettikten sonra görüştüğümüzde bazı bölümlerin çıkarılmasını istedi.  

Kimini utangaçlık ve tevazudan, kimini bazı yaralarının kabuklarından hala kan damladığından…

Kimi kırgınlıkları geçmemişti çok yıl geçmiş olsa da olayların üzerinden. Bilinmesini istemedi.

Anke’nin Kampı Anke’nin kişiliği idi aynı zamanda. O nedenle bilinen bir modele uymuyordu ve farklıydı. Yazıda kişiliğinden söz edilen bölümlerin çıkarılmasını istedi – şimdi değil, daha sonra yazarsın onları, diyerek.  Daha sonradan kastının ne olduğunu bilememişim…

Anke Atamer benim için çok değerli bir dosttu.

Binlerce Bozcaadalı ve “dışarlıklı”; çocuk, genç ve yetişkin için de kuşkusuz öyleydi.  

Kediler, köpekler, kuşlar, kirpiler, “sementalarım” dediği örümcekler… velhasıl tüm hayvanlar için de öyleydi.

Ölümüne “kayıp” demek bencilliğimizden…

Anke’yi kaybeden bizleriz. Tahammül etmek; kabullenmek çok zor bu kaybı…

Yastayız.

Anke, bir şey kaybetmedi;  ölümü ile ölümsüzlüğe geçti.

Bozcaada, Bozcaada kaldıkça artık hep Anke’nin Bozcaadası olacak.

Anke ise tanıyanlarının ve sevenlerinin gönlünde; mütevazı ama etkili alternatif eğitim modellerinin tarihinde,  Bozcaada’nın tarihinde, hep Bozcaadalı  Anke olarak kalacak.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Tanıdığım Anke’yi anlatmaya devam edeceğim.
Bu satırları okuyan ve duygularıma ortak olan değerli dostlarım,

Sizin tanıdığınız Anke’yi de duymak, okumak, paylaşmak isterim.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Bozcaada Belediyesinin İletişimi


Bozcaada'da hala en iyi iletişim aracı, yine kulaktan kulağa iletişim...

Sadece kent içinde duyulan-duyulmayan hoparlör, geçmişteki eski sosyalist ülkelerde rastlanılacak cinsten.

Kent dışında oturanlar hala dumanla haberleşme devrinde...

Bozcaada Belediyesi web sitesi beş aydır yapılamadı.

Amatör bir programcı ya da biraz meraklı bir çocuk bile bir web sitesini dört günde yapabilir...

GSM şirketleri, müşterileri olan kurumların kurumsal hizmetlerini ve duyurularını kurumdan etkilenenlerin telefonlarına dakika başı geçebilmekte...

Sosyal medya herkesin elinin altında...

Herkes AN'ı paylaşmakta ama hayatının her anını etkileyen kararlardan haberdar olamamakta.

Meclis kararlarından, imar komisyonu kararlarından, başkanlık kararlarından, etkinliklerden.

Şeffaflık, açıklık, hesap verebilirlik, bilgi edinme gibi yerel düzeydeki uygulamalardan başlayan demokrasi ile ilgili  temel kavramlar iletişimle başlar ve iletişimle biterler. Rastgele bir iletişimle de değil - kurumsallaşmış; etkin kullanılan çeşitli iletişim kanallarının etkililiği ve verimliliğinin en üst düzeyde gerçekleşmesi ile başlar ve biterler. Yönetim sürecinin kendisi de iletişimle başlar ve iletişimle biter.

Bozcaada Belediyesinde yönetim değişti, kurumsal  iletişime ilişkin yaklaşım değişmedi...

Amacımız yermek değil, dikkat çekmek.

Bozcaada, iletişimin her alanında faaliyet gösteren (eğitimi, uygulaması, programlanması, içeriği v.b.) her biri kendi alanında çok yetkin isimlere sahip.

Böylesine zengin bir mesleki bilgi kaynağı ve potansiyeli değerlendirememek bir kaynak savurganlığı olduğu gibi Bozcaada'ya da haksızlıktır.

İletişimsizliğin maliyeti, iletişimin maliyetinin bin katıdır ve kötüdür ...


8 Ağustos 2014 Cuma

Bozcaada'da Yabani Hayvan Katliamı

Ne yazık ki, gelenek değişmedi...

Bozcaada'nın şehir dışındaki yollarında yaban hayvan katliamı bu yaz da sürüyor:

Ezilen bir kirpi,
araçların vurduğu bir tavşan,
yolda boylu boyunca üstünden geçilmiş bir yılan,
parçalanmış bir kaplumbağa,
gece farlardan kör edilerek çarpılmış çırpınan bir baykuş...

"Bir", lafın gelişi...
O kadar çok ki her yol dönemecinde ...

Ada'da en uzak mesafe 15 dakika.
Hadi de ki 20 dakika...

Vahşi şehirlerden ve vahşi dünyadan gelen "kimi" vahşiler,  dörçeker,  üççeker,ikiçeker, ve birçekerleriyle acımasızca Bozcaada'nın yaban hayvanlarını katlediyorlar.

Önlerine insan çıksa, onu da katl'edecekler.

Kazançları, 5 dakika erken gitmek...

Dilerim Araf'ta 5 bin yıl beklerler...

Bir gün evrenin bir yerinde, yok olan dünyanın  tarihi yazıldığında, "adı insan olan son derece zararlı bir bakteri türü, dünyadaki tüm yaşam formları ile birlikte kendini de yok etmiştir" diye yazacaktır.





22 Temmuz 2014 Salı

Eyvah Eyvah, Bayramda nereye gitsek?

Bayramda nereye gitsek?

……………………………….

10. Yunan Adaları’na Selam Çakan Gökçeada

Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada’da yapacak çok şey var. Geniş ve rüzgar alan Kefalos koyunda windsurf ve kitesurf yapabilir, eski Rum köyleri olan Dereköy ve Zeytinliköy’de bir tarihi gezinti yapabilir, bol denize girip, taze deniz mahsullerinin tadına bakabilirsiniz. Gitmişken Mustafa’nın Kayfesi’nde kahvaltı edin mutlaka.

11. Çanakkale Kıyılarını Sevdiren Geyikli – Bozcaada

Ege kıyılarından devam etmek isterseniz, Eyvah Eyvah filminin çekildiği Geyikli’ye de bir uğrayın derim. Geyikli’nin uzun sahilleri ve doğayla iç içe atmosferi dinlenmek isteyen ruhlara iyi gelecektir. Ezine’deki Truva Antik Kenti’ni gezebilir ve tabi ki Ezine’nin mis gibi süt kokulu beyaz peynirlerinden alabilirsiniz. Denize girmek için feribotla Bozcaada sahillerine de geçebilirsiniz. http://galeri.sozcu.com.tr/2014/foto/genel/bayramda-nereye-gitsek.html?pid=13

Bir gazetenin magazin-foto haber – sayfasının ifade ettiklerini şöyle okumak mümkün:

1. Gökçeada’da yapılacak çok şey var,” Geyikli sahilinde de öyle, ama yine de sıkılırsanız, değişiklik olsun diye feribotla Bozcaada sahillerine DE geçebilirsiniz. Ama Bozcaada’da denize girmekten başka yapılacak bir şey yok…”

2. Gökçeada’da windsurf ve kitesurf yapabilirsiniz, ama Bozcaada’da herhangi bir deniz sporu yapamazsınız.

3. Gökçeada’da yer alan eski Rum köylerinde tarihi gezinti yapabilirsiniz, ama Bozcaada’da yapamazsınız. Çünkü Bozcaada’da Rum Mahallesinin sokaklarından lokantaların ve otellerin işgallerinden yürüyemez ve geçemezsiniz; kilise ve manastırları sürekli kapalı olduğu için ziyaret edemezsiniz; Kalesini size tanıtacak ve gezdirecek rehberler bir tarafa broşür de bulamazsınız.

4. Gökçeada’da taze deniz mahsullerinin tadına bakabilirsiniz. Bozcaada’da bakamazsınız. Çünkü Bozcaada’ya neredeyse tüm deniz mahsulleri karşı kıyı ve balık çiftliklerinden gelir; bunları karşıda çok daha ucuz fiyata yiyebilirsiniz. Aynı deniz mahsulünü çok daha ucuza karşıda yemek varken Bozcaada’ya geçmeye ve kazıklanmaya değmez.

5. Gökçeada’ya gitmişken Mustafanın  Kayfesinde mutlaka kahvaltı yapın. Bozcaada’ya giderken kahvaltılıklarınızı ve diğer yiyeceklerinizi mutlaka yanınızda götürün. Bozcaada’da yiyecekleriniz hiç öyle festivalleri için hazırladıkları gibi değildir. Önünüze bir sürü garip şeyi koyup geri dönüş paranızın kalmayacağı fiyatları talep edebilirler. Adada parasız ve mahsur kaldığınızda, banka şubeleri (tek şube zaten) bile yakınlarınızın size adadan kaçmak için masrafı içinde gönderdiği havaleyi aynı gün alıp kaçmak istediğinizde,  bir daha havale masrafı ödemeniz koşuluyla öderler. İstisnasız tüm işletmelerde başınıza aynı şeyler gelebileceği ve bakış açısı aynı olduğu için size işletme isimi öneremiyoruz.

6. Gökçeada’dan illa ki Ege kıyılarından devam etmek isterseniz, Geyikliye gidin. Bağları, şarapları, kalesi ve kendine özgü mimarisi, garip isimli otel ve restoranları yok ama uzun bir sahili var. Üstelik oraları Eyvah Eyvah filminden de biliyorsunuz ki orada da bir gariplik var. Filmin senaristi ve başrol oyuncusu Sayın Ata Demirer bir Bozcaada aşığı… Evi barkı Bozcaada’da. Zorunlu olduğu çalışma ve seyahatler dışındaki tüm çalışmalarını Bozcaada’da yapar ve orada yaşar.  Ama filmlerini Bozcaada’da çekmemiş, o da Geyikliyi tercih etmiştir.  Bu tercihinde, sizleri turist olarak oraya gittiğinizde bunaltacak ve isyan ettirecek hususlar mı etkili oldu acaba?

7. Geyikli, doğayla iç içe atmosferi dinlenmek isteyen ruhunuza iyi gelecektir. Bozcaada’da doğa ile baş başa kalamayacaksınız.  Çünkü siz adaya geçecek insanlar için Bozcaadalıların “para kazanması” için olanlar dışında size ve aslında kendileri için de düzenlenen hiç bir yer yok. “Servis olmadan” oturacağınız banklar yok. Dinleneceğiniz ve ege denizini biraz tepeden göreceğiniz seyir terasları yok. Güneşten saklanarak oturup dinleneceğiniz ormanlık alanlar yok. “Bu hızla şimdi bana çarpar mı” diye endişe etmeyeceğiniz, yürüyüş yapacağınız ve bisiklete binebileceğiniz yollar yok.  Kitabınızı alıp okuyabileceğiniz düzenlenmiş kuytu köşeler yok.

8. Geyikliye giderseniz, Ezine’deki Truva Antik Kentini, Dalyan’daki kazıları gezebilirsiniz.  Bozcaada’ya giderseniz ve kazı yeri göreceğim diye tutturursanız göreceğiniz şey yıllar önce açılıp kapanmış, bir kapısı ve tabelası bulunmayan ve şimdi mezberelik ile hurdalık karışımı bir otopark olacaktır.

9. Geyikliye giderseniz, tabi ki Ezine’nin mis gibi süt kokulu beyaz peynirlerinden alabilirsiniz. Bozcaada’ya giderseniz alacağınız şey Bozcaada’nın mis gibi şarabıdır ve ancak mevsimi denk gelirse, mis gibi kardinal ve çavuş üzümüdür.  Bir de tabi bol bol reçel göreceksin etrafta. Bozcaada’lıların suyunu çıkardıkları reçelcilik ürünü reçellerini.  Domatesleri ve incirleri karşıdan gelen, hatta birçoğu da karşıdan bozcaada etiketli gelen hazır reçelleri. Sergilerindeki ürünler ise, her sahil kasabasında bulabileceğin çin  ya da yerli malları…

10. Ey okuyucu, Bayramda nereye gitsek diye bize sorarsan durum bu… Teşbihte hata olmaz, bazı şeyler de mevhum-u muhalifinden anlaşılır. Her şeyi açık açık yazdırmayın… Aranızdan bir kısmısının yine de denize girmek için feribotla Bozcaada sahillerine geçip akşam güzel güzel Geyikli sahilindeki otel ve pansiyonlarına dönmek yerine adadan yer ayırttığını biliyoruz. 

Bu bir kısmının sayısı da zaten “İstanbullular”ın sayısı çok olduğu için adadaki otel, pansiyon ve restoranları dolduracak, hatta açıkta bırakacak büyüklükte… Bu kısmışının çok büyük bölümü için, tıpkı daha öncekiler gibi, Bozcaada bayram tatili ilk ve son Bozcaada tatilleri olacak...  

Bizim dediğimize gelip, Ege kıyılarına devam etmek isterseniz, “Eyvah Eyvah filminin çekildiği Geyikli’ye de bir uğrayın derim…”


NOT:  Bozcaada için bu söylediklerimiz ve söylemediklerimiz bizim duygu, düşünce ve görüşümüz değildir; çok uzun yıllardır bozcaadalıların gösterdikleri gayret ve çabaların sonucudur.  Bu sonuçları kendilerine söyleyince çok kızarlar. Sizi, adayı ve adalıları "karalamakla" suçlarlar. Düşman bellerler. İçinizin sızladığını bilmezler. Asıl düşmanın "içimizdeki düşman"ın olduğunu kabul etmezler. Böyle durumlarda da sadece, "eyvah eyvah" derler...  

8 Temmuz 2014 Salı

Projeler...

Proje kavramı son yıllarda hepimizin dilinde pelesenk oldu...
Mali projeler, siyasi projeler, sosyal projeler...

Bir tasarım anlamı olduğu gibi, bir kaynak sağlama aracı anlamlarında da kullanılmaktadır.
Esasında proje, bunların her ikisini de içermektedir.

Her proje, bir başlangıcı ve sonu olan faaliyetler dizisinden oluşmaktadır... Yani her proje, belli bir zaman dilimi ile sınırlıdır. Ancak her projenin amacı, kalıcı ya da sürdürülebilir bir değer ya da süreç oluşturmaktır.
Projenin tasarım aşaması da, uygulanması da eşit öneme ve ağırlığa sahiptir.

Daha somut bir alandan örnekleyecek olursak; evinizi yapan ustaların hepsi harika, ama mimar ev projenizde dev bir salon, kiler büyüklüğünde yatak odası çizmiş; tuvaleti koymayı unutmuş, ya da mutfak pencere boyunu mutfak tezgahınızdan daha aşağılara kadar indirmiş çizimde...

Kağıt ve maket üzerinde harika bir ev projeniz var... Ama inşaatınızın yapımını üstlenen kişi ve ustalar fayanslarınızı eksik ya da ters yapıştırdı, baca tuğlalarınızın arasına harç koymayı unuttu!, temele eksik demir koydu...

Her iki durumda da maddi kaybı büyük, çok mutsuz bir ev sahibi olursunuz...

Çeşitli amaçlı sosyal projelerde durum hiç farklı değil.

Özellikle AB entegrasyon sürecinde ülkemizde de doğrudan AB kurumları ya da ülke içinde Yerel Kalkınma Ajansları aracılığı ile ekonomik ve sosyal gelişme sağlanmasında, proje bazlı çalışma ve finansman yolu tercih edilmeye başlanmıştır.

Bu tercihin olumlu-olumsuz yanları ile ilgili tartışma bir yana; her ölçekte - küçük ölçekli yerelden - ülke ölçeğine kadar makro düzeyde her türlü gelişmeyi projeler aracılığı ile gerçekleştirmek günümüzde geçerli bir yöntem haline gelmiştir.

Peki bu yöntem nasıl işlemektedir?

Çok kaba bir biçimde tarif edilecek olursa, AB düzeyinde,  üye ülkeler, Birliğin çeşitli fonlarına ulusal bütçelerinden kaynak aktarmaktadırlar. Toplanan bu kaynaklar, Birlik yönetiminin saptamış olduğu önceliklere göre yine üye ülkelerce ve bu öncelikleri dikkate alan projelerin finansmanında kullanılmaktadır.

Benzer bir işleyiş ulusal düzeyde de söz konusudur - merkezde toplanan kaynaklar, merkezi yönetim tarafından saptanan önceliklere göre hazırlanan projelerin finansmanında kullanılmaktadırlar. Önceliklere uygunluğunu ve projelerin içeriğine göre uygulanmasını yerel kalkınma ajansları denetlemektedirler.  .

Ülkemiz ne yazık ki AB'ye aktardığı kaynaklar oranında ve  hakkı kadar kaynağı kullanamamaktadır.

Nedeni çok basit: yeteri kadar istenilen düzeyde - sayıda ve nitelikte -  proje üretilememesi...

Örneğin, üç yıl bağcılığın desteklenmesi ile ilgili öncelik belirleyen AB, ülkemizden bağcılık ile ilgili proje gitmediği için bize gelebilecek kaynağı italyan ya da fransız bağcıya kullandırmakta, çünkü onların bağcılık birlikleri aranılan koşulları taşıyan projelerini hazırlayıp başvurmuşlar...

Bunun yanında, ülkemizde finansmanını AB'den karşılamış çok başarılı projeler ve kurumlar da bulunmaktadır... Eskişehir Belediyesi gibi, Gelir İdaresi Başkanlığı gibi, birkaç gençlik derneğinin de içinde olduğu sivil toplum kuruluşları gibi.

Doğru tasarıma sahip ve bu tasarımı doğru biçimde ifade eden projeler için destek ve kaynaklar sadece AB ya da yerel kalkınma ajansları ile sınırlı değildir.  Doğru tasarıma sahip ve bu tasarımı doğru biçimde ifade eden projelere pek çok uluslararası resmi ya da sivil toplum kuruluşu destek sağlamaktadır.

"Doğru tasarıma sahip ve bu tasarımı doğru biçimde ifade eden projeler" kısmına vurgu yapılması tesadüfi değildir. Bir projenin tasarlanması ve yazılması, biraz ayrıntılı bir dilekçe yazılmasına benzememektedir.

Finansmanı için başvurulan bir proje, hukukta olduğu gibi "hem usul hem esas"tan değerlendirilmektedir. Bunların yanında daha pek çok değerlendirme kriteri bulunmaktadır. Projelere destek sağlayan kuruluşlar, parasını harcayacak olan mimara ve ustalara karşı son derece müşkülpesent davranan ve her şeyi, başsız çiviyi bile sorgulayan ev sahiplerine benzerler...

Bu nedenle proje hazırlamak, çok yoğun bir araştırmayı, zihinsel faaliyeti ve bir dizi tutarlı kararın verilmesini içermektedir. Proje uygulanması ise, derinlemesine bilgiyi, deneyimi, yönetim becerisini ve işbirliğini gerektirmektedir. Projenin başarısı, uygulanması sonucu ortaya çıkan "eser"in  kalıcılığı, sürdürülebilirliği ve yarattığı değerle ölçülür.

Yine daha somut örnekleyecek olursak, çok şık tasarlanmış ve sağlam inşa edilmiş bir ev yanlış yer seçimi nedeniyle hiç kullanmayacağınız, işinize yaramayacak bir ev halini alabilir. Daha geniş açıdan baktığınızda kaynaklarınızı heba ettiğiniz ve sürekli giderleri nedeniyle zarar ettiğiniz bir yapı sahibi olabilirsiniz.

Adadaki bir örnekte olduğu gibi, altyapı sorunlarını çözmeden uluslararası turizm pazara entegre olursanız ilk birkaç yıl gelecek olanların olumsuz deneyim ve izlenimleri sonsuza kadar imajınızın çıkmamacasına bozulmasına neden olabilir...

Proje bazlı çalışma ve finansman yerel ortak ihtiyaçların karşılanmasında proje süresi ve sürecinin kısa ve iyi tarif edilmiş olması nedeniyle günümüzde çok önemli ve etkili bir yöntem haline gelmiştir. Bu etkiyi sağlayan şey, büyük ya da küçük - boyutu ne olursa olsun, iyi proje tasarlamanın ve yazmanın bir ekip işi olmasıdır.  En az üç uzmanlık alanının ortak çalışmasını gerektirmesidir. İyi yazılmış bir projeyi uygulamak, yönetmek ve başarıyla sonuçlandırmak ise üstün bir koordinasyon becerisini ve katı bir iş disiplini yanında yine iyi bir ekip çalışmasını gerektirir.

*******

Bozcaada'nın herkesçe bilinen, yaşanan sorunlarının çözümlerinin yanı sıra; bakışlarımızı koku gelen logar kapaklarından, yerdeki çöplerden, trafikten yukarıya doğru, geleceğine doğru yöneltebilmek ve bakabilmek için neler yapılabilir?

Bozcaada'nın heyecan veren varlığı ve güzelliği insan odaklı bir gelişimle nasıl korunabilir ve geliştirilebilir?

Bozcaada'nın üstündeki bu hantallık çevikliğe nasıl dönüşebilir?

 Bozcaada silkinerek nasıl o canlı, hoşgörülü, neşeli ve mutlu halini tekrar yakalayabilir?

Tüm bu soruların cevapları  hep Bozcaadalılara ve hep gençlere çıkmakta.

Dünyadaki ve adadaki gelişmeleri görebilen, algılayabilen, iyi yetişmiş, "bir fikri olan", bir araya gelip proje yazabilen, yazabilecek donanıma sahip, uygulayabilecek kararlılığa sahip Bozcaadalılar ve gençlerden geçmekte...

İki-üç yıldır bu sorularla zihinsel hazırlığı yapılan Bozcaadalılar Derneği, bu yıl Mart  ayında kuruldu.

Amacı, kendi başına ya da Bozcaada'da faaliyet gösteren diğer vakıf, dernek, kooperatif gibi diğer sivil toplum kuruluşları; ülkedeki, yurt dışındaki ve Bozcaada'daki eğitim kuruluşları, kamu kuruluşları ile birlikte Bozcaada'nın korunması ve gelişmesine yönelik projeler oluşturmak, yazmak, uygulamak ve destek vermektir.

Temmuz ayı içerisinde dernek, işbirliği içerisinde bulunduğu, özellikle AB gençlik projeleri konusunda çok deneyimli olan İstanbul merkezli bir gençlik derneği yöneticilerini misafir edecektir.

Pek çok AB ülkesinden gençlerle ülkemizin farklı yerlerinde farklı nitelikte (dil öğrenimi, kaynaşma, kültürleri tanıma v.b.) gençlik kampları düzenleyen gençlik derneği ile işbirliği imkanları araştırılacak.

Gençlik derneği başkanının Bozcaadalılar Derneği üyeleri ile davetlilere Bozcaada'nın yararlanabileceği AB Program ve fonları ve bu konudaki deneyimleri ile ilgili bir sunum yapması planlanmaktadır.