9 Eylül 2014 Salı

Tanıdığım Anke Atamer (2) Kamp Neden ve Nasıl Kapandı?

Anke’nin Kampı Almanca eğitim veren liselerin sınırlarını çoktan aşmış; diğer okullardan da talepler gelmekteydi.  Aileler ve gençler için bu kampa katılmış olmak neredeyse bir üstünlük, bir ayrıcalık gibi algılanır olmuştu.  

Katılacakların tespitinde Anke güçlük yaşıyordu, çünkü insanları kırmak, reddetmek ona göre bir şey değildi. Katılım için talep hatta baskı ise gün geçtikçe artıyordu. Katılamayan gençlerin aileleri bunu bir prestij sorunu haline getirmeye başlamışlardı…

Bir dönemlik kampların organizasyonunda dahi çok büyük güçlükler yaşarken iki döneme çıkarmaya neredeyse mecbur kaldı. Elektrikler sık sık kesiliyor, su bazen günlerce gelmiyor, yağmur yağdığında çadırları sel alıyor, yanında çalışan kadın “bugün işim çıktı” diye gelmiyor, o zamanın Bozcaada’sındaki bakkallarda her şeyi bulamıyor… Ulaşım konusunda İsmail minibüsü ile eli ayağı…

Bir yandan bunlarla uğraşırken, diğer yandan kampın iki döneme çıkması ellili yaşların hastalıklarını insafsızca provoke etti. Anke yüksek tansiyon hastası oldu.  Bazen günlerce gözlerinde uçuşan kelebeklerle dolaşıyor, çalışıyordu ve bir saatlik öğlen uykusu tansiyonunu düşürmeye yetmiyordu.  İnatla direniyordu ve bu direnmesi onu daha çok hırpalıyordu.

Anke ani ve radikal kararların insanıydı. Bir gün kampa uğradığımda, kampın işletmesini devredeceğini kendisinin de kampta sadece keyifli keyifli öğretmenlik yapacağını söyledi.  Ne dedimse vazgeçiremedim.  Bir an önce baskılardan, sıkıntılardan kurtulmak istiyordu. Sağlığı ciddi biçimde alarm vermeye başlamıştı. Bunalmıştı. 

İşletmesini devredeceği kişileri gözüm tutmamıştı. Kendisi de çok iyi tanımıyordu. Anlattım, Başka çözümler önerdim, olmadı. Anke insanlara kolay güvenirdi ve kafasına koyduğunu yapardı…

Kışın sözleşmeler imzalandı… İşletmeci artık başkalarıydı. Anke çok mutluydu. Sadece eğitimle ve gençlerle ilgilenecek, ders yapacak, diğer yükler başkalarında olacaktı… Kampta sadece öğretmenlik yapacaktı…

Bir sonraki sezon geldi çattı. Anke’nin Kampı olarak bilinen kamp, artık kamp Atlantis olmuştu.  Daha ilk dönemde yeni işleticilerin ilk işlerinden biri Anke’nin kamptaki işine son vermek oldu… Anke’ye kampa girmeyi yasakladılar… Anke böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Büyük bir darbeydi bu onun için. Çok üzüldü. Ama bu üzüntüsü kapıda bekleyen, yaşayacağı kâbusun daha başlangıcıydı, bilmiyordu…

O yaz ilk defa Anke’siz bir kamp yapıldı. İki – üç dönem birden. Talep çoktu çünkü insanlar kampı hala Anke'nin kampı diye biliyorlardı ama o kampa yaptığı sözleşme gereği ve işine son verildiği için giremiyordu. Buna dayanamadı ve adayı terk etti. Kilitbahir’e taşındı. Anke artık Kilitbahir’de yaşıyordu.

Sanırım kış aylarıydı, o dönemde Milliyet gazetesinde çalışan ve ismi yanılmıyorsam Sevinç olan bir gazeteci beni aradı. Ankenin kampını sordu. Bir yazı dizisi hazırlıyorum dedi. Ben bildiğim Anke’nin kampını anlattım. Ama bir sezonda kamp benim bildiğim kamp olmaktan çıkmış, haberim yoktu…

Bir süre sonra kamp gazete manşetlerindeydi… O yaz kampa katılan gençler için kışın da İstanbul’da organizasyonların yapıldığı; bu toplantılarda daha çok gençleri hedef alan “yeni moda” bir tarikatın propagandasının yapıldığı yazıyordu.  Anke’yi hemen aradım. O da okumuş ve İstanbul’a gitmişti.

“Gazeteye gittim, sözleşme belgelerini gösterdim, ama dinlediklerini bile sanmıyorum” demişti birkaç hafta sonra Kilitbahir’e ziyaretine gittiğimde.

Basında adeta bir linç kampanyası başlamıştı. Katolik kilise propagandasından “moda tarikat” propagandası yaptığına kadar birçok yalan, birçok iftira yağıyordu, uçuşuyordu gazetelerde... 

Halbuki Anke bir ateistti… 

Tutmadı, alman ajanlığı… 

Asla herhangi bir konuda herhangi birine propaganda yapmayacağı gibi, inanmadığı ve karşısında olduğu bir şeyin propagandasını hiç yapmazdı… Anke iletişim biçimi olarak “propaganda”yı reddeden bir insandı… Akla ve iradeye inanan bir insandı. İftiralar akıl dışı ve … aslında komikti.  Sinirden kendisi de gülüyordu bazen. 

Birileri Anke’ye çok fena takmıştı…

Savcılık soruşturması başladı ve Anke çok uzun yıllar mahkemelerde kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan konularda suçsuzluğunu kanıtlamakla uğraştı. Kanıtladı çok doğal olarak ama çok yıprandı. 

Onu mahkemelerden de daha çok üzen, kendisini yıllardan beri Adada tanıyanlardan bazılarının “acaba mı” diye kuşku ile bakmaları ve bunu dile getirmeleri oldu. Bunu hiç unutamadı.

Kampın başarısı, her başarılı örnekte olduğu gibi kiminin açgözlülüğünün, kiminin kötü niyetinin, kiminin çekememezliğinin ve ikiyüzlülüğünün iştahlarını kabartmıştı. 

Başarısının bedelini Anke’ye çok çok ağır ödettiler…

Kamp tarih sayfalarında yerini aldı… Bir daha açılmadı.

Kilitbahir’e, o günlerde fırsat buldukça hafta sonları gidiyordum. Uzun uzun konuşuyorduk. Bazen ağlıyor bazen gülüyordu haline. Ve pek az insanın yapabildiği şeyi, kendi ile dalga geçmeyi beceriyordu kendisi için o kadar zor günlerde.

Yıllarca emek verdiği, gecesini gündüzüne kattığı kampı, ismi; bir anda yerle bir olmuştu adeta. Herkes onun kamptan çok para kazandığını zannederken o kampın masraflarını denkleştirmek için kış boyunca ders vermek zorundaydı.  Üstelik şimdi kampı kiraladığı “işletmeciler” kampı her yönüyle bitirdikleri gibi ödemeleri de yapmamışlardı ve ondan ders almak isteyen yoktu… Başkasına kiraya veremezdi, birkaç yıllık sözleşme yapmıştı…

Çok zor geçen bu birkaç yıldan sonra Anke tekrar çok sevdiği Bozcaada’ya döndü. Kilitbahir’deki evi muhteşem boğaz manzaralı küçük bir evdi ama orada yapamadı, adadan ayrı kalamadı. 

O zor yılları atlatırken Anke’nin sadece başkalarına karşı değil, kendine karşı da olan katıksız dürüstlüğüne, içsel ve duygusal zekâsına, kararlılığına ve kendini onarma gücüne tanık olmak benim için eşsiz bir gözlem ve tanıklıktı.  Bu dönemdeki uzun konuşmalarımız daha çok psikolojik danışma ve destek formatındaydı. Bu nedenle örnekler vermem etik olmaz. Ancak Anke’nin inanılmaz genişlik ve derinlikte bir iç dünyası ve inanılmaz bir iç görüsünün olduğunu söyleyebilirim.
     
Kampın bu şekilde kapanması ve yok olmasının içinde yarattığı o kocaman boşluğu ve kırgınlığı kısa bir süre sonra doldurmanın bir yolunu buldu.  Yazacaktı…

Yazmak onu tekrar eski neşesine kavuşturdu. Çocuklar için dediği ama aslında yetişkinleri hedef alan bir kamp değil, ütopik bir ülke yarattı bu defa. Yarattığı karakterler üzerinden insanı, toplumu ve ilişkilerini sorgulayan ve yeniden kurgulayan bir roman.  

Kampın yerini bu romanın en az kendisi kadar ilginç olan hikayesi almıştı. Çok büyük bir disiplinle, ki onun diğer önemli bir özelliğiydi, ama çok da eğlenerek, keyif alarak çok uzun saatler boyunca kampta çalışırcasına, yazmaktaydı. Çok heyecanlıydı. Kamptaki gençlerin yerini romandaki gençler almıştı. Onlarla üzülüyor, onlarla umutlanıyor, onlarla “dünyayı kurtarıyordu”.  

Oturup sohbet ettiğimizde bazen kahkahalarla gülerek yazdığı bölümü anlatıyordu ve “sakın kimseye söyleme böyle eğlendiğimi, beni deli sanacaklar; ama boşver zaten öyle biliyorlar, öyle bilsinler” diye şakalaşıyordu.

Roman onun kaybının bir nebze telafisi ve kurtarıcısı oldu.

Eşzamanlı olarak, Türklerin Almanca öğrenmeleri ile ilgili edinmiş olduğu çok büyük deneyimi “Anke Atamer Yöntemi” denilebilecek, görsel ve işitsel malzeme ile destekli bir ders kitabına aktardı.

Bundan bir süre öncesinde, ikinci romanını yazmaya başlamıştı…


Yine çok heyecanlıydı. 

Her yeni kamp döneminin başında olduğu gibi…

Hiç yorum yok: