Anke’nin Kampı Almanca eğitim
veren liselerin sınırlarını çoktan aşmış; diğer okullardan da talepler gelmekteydi. Aileler ve gençler
için bu kampa katılmış olmak neredeyse bir üstünlük, bir ayrıcalık gibi
algılanır olmuştu.
Katılacakların
tespitinde Anke güçlük yaşıyordu, çünkü insanları kırmak, reddetmek ona göre
bir şey değildi. Katılım için talep hatta baskı ise gün geçtikçe artıyordu.
Katılamayan gençlerin aileleri bunu bir prestij sorunu haline getirmeye
başlamışlardı…
Bir dönemlik kampların
organizasyonunda dahi çok büyük güçlükler yaşarken iki döneme çıkarmaya
neredeyse mecbur kaldı. Elektrikler sık sık kesiliyor, su bazen günlerce
gelmiyor, yağmur yağdığında çadırları sel alıyor, yanında çalışan kadın “bugün işim
çıktı” diye gelmiyor, o zamanın Bozcaada’sındaki bakkallarda her şeyi bulamıyor…
Ulaşım konusunda İsmail minibüsü ile eli ayağı…
Bir yandan bunlarla uğraşırken,
diğer yandan kampın iki döneme çıkması ellili yaşların hastalıklarını
insafsızca provoke etti. Anke yüksek tansiyon hastası oldu. Bazen günlerce gözlerinde uçuşan kelebeklerle
dolaşıyor, çalışıyordu ve bir saatlik öğlen uykusu tansiyonunu düşürmeye
yetmiyordu. İnatla direniyordu ve bu direnmesi
onu daha çok hırpalıyordu.
Anke ani ve radikal kararların
insanıydı. Bir gün kampa uğradığımda, kampın işletmesini devredeceğini kendisinin
de kampta sadece keyifli keyifli öğretmenlik yapacağını söyledi. Ne dedimse vazgeçiremedim. Bir an önce baskılardan, sıkıntılardan
kurtulmak istiyordu. Sağlığı ciddi biçimde alarm vermeye başlamıştı. Bunalmıştı.
İşletmesini
devredeceği kişileri gözüm tutmamıştı. Kendisi de çok iyi tanımıyordu. Anlattım, Başka çözümler önerdim, olmadı. Anke insanlara kolay güvenirdi ve kafasına
koyduğunu yapardı…
Kışın sözleşmeler imzalandı…
İşletmeci artık başkalarıydı. Anke çok mutluydu. Sadece eğitimle ve gençlerle
ilgilenecek, ders yapacak, diğer yükler başkalarında olacaktı… Kampta sadece
öğretmenlik yapacaktı…
Bir sonraki sezon geldi çattı.
Anke’nin Kampı olarak bilinen kamp, artık kamp Atlantis olmuştu. Daha ilk dönemde yeni işleticilerin ilk
işlerinden biri Anke’nin kamptaki işine son vermek oldu… Anke’ye kampa girmeyi
yasakladılar… Anke böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Büyük bir darbeydi bu onun
için. Çok üzüldü. Ama bu üzüntüsü kapıda bekleyen, yaşayacağı kâbusun daha başlangıcıydı,
bilmiyordu…
O yaz ilk defa Anke’siz bir kamp
yapıldı. İki – üç dönem birden. Talep çoktu çünkü insanlar kampı hala Anke'nin
kampı diye biliyorlardı ama o kampa yaptığı sözleşme gereği ve işine son
verildiği için giremiyordu. Buna dayanamadı ve adayı terk etti. Kilitbahir’e
taşındı. Anke artık Kilitbahir’de yaşıyordu.
Sanırım kış aylarıydı, o dönemde
Milliyet gazetesinde çalışan ve ismi yanılmıyorsam Sevinç olan bir gazeteci beni
aradı. Ankenin kampını sordu. Bir yazı dizisi hazırlıyorum dedi. Ben
bildiğim Anke’nin kampını anlattım. Ama bir sezonda kamp benim bildiğim kamp
olmaktan çıkmış, haberim yoktu…
Bir süre sonra kamp gazete
manşetlerindeydi… O yaz kampa katılan gençler için kışın da İstanbul’da organizasyonların
yapıldığı; bu toplantılarda daha çok gençleri hedef alan “yeni moda” bir tarikatın
propagandasının yapıldığı yazıyordu. Anke’yi hemen aradım. O da okumuş ve İstanbul’a
gitmişti.
“Gazeteye gittim, sözleşme
belgelerini gösterdim, ama dinlediklerini bile sanmıyorum” demişti birkaç hafta
sonra Kilitbahir’e ziyaretine gittiğimde.
Basında adeta bir linç kampanyası
başlamıştı. Katolik kilise propagandasından “moda tarikat” propagandası yaptığına kadar birçok yalan, birçok iftira yağıyordu, uçuşuyordu gazetelerde...
Halbuki Anke bir ateistti…
Tutmadı, alman ajanlığı…
Asla herhangi bir konuda herhangi birine propaganda
yapmayacağı gibi, inanmadığı ve karşısında olduğu bir şeyin propagandasını hiç
yapmazdı… Anke iletişim biçimi olarak “propaganda”yı reddeden bir insandı… Akla ve iradeye inanan bir insandı. İftiralar
akıl dışı ve … aslında komikti. Sinirden
kendisi de gülüyordu bazen.
Birileri Anke’ye çok fena takmıştı…
Savcılık soruşturması başladı ve
Anke çok uzun yıllar mahkemelerde kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan konularda
suçsuzluğunu kanıtlamakla uğraştı. Kanıtladı çok doğal olarak ama çok yıprandı.
Onu mahkemelerden de daha çok üzen, kendisini yıllardan beri Adada
tanıyanlardan bazılarının “acaba mı” diye kuşku ile bakmaları ve bunu dile
getirmeleri oldu. Bunu hiç unutamadı.
Kampın başarısı, her başarılı
örnekte olduğu gibi kiminin açgözlülüğünün, kiminin kötü niyetinin, kiminin
çekememezliğinin ve ikiyüzlülüğünün iştahlarını kabartmıştı.
Başarısının
bedelini Anke’ye çok çok ağır ödettiler…
Kamp tarih sayfalarında yerini
aldı… Bir daha açılmadı.
Kilitbahir’e, o günlerde fırsat
buldukça hafta sonları gidiyordum. Uzun uzun konuşuyorduk. Bazen ağlıyor bazen
gülüyordu haline. Ve pek az insanın yapabildiği şeyi, kendi ile dalga geçmeyi
beceriyordu kendisi için o kadar zor günlerde.
Yıllarca emek verdiği, gecesini
gündüzüne kattığı kampı, ismi; bir anda yerle bir olmuştu adeta. Herkes onun
kamptan çok para kazandığını zannederken o kampın masraflarını denkleştirmek
için kış boyunca ders vermek zorundaydı.
Üstelik şimdi kampı kiraladığı “işletmeciler” kampı her yönüyle bitirdikleri
gibi ödemeleri de yapmamışlardı ve ondan ders almak isteyen yoktu… Başkasına
kiraya veremezdi, birkaç yıllık sözleşme yapmıştı…
Çok zor geçen bu birkaç yıldan
sonra Anke tekrar çok sevdiği Bozcaada’ya döndü. Kilitbahir’deki evi muhteşem boğaz
manzaralı küçük bir evdi ama orada yapamadı, adadan ayrı kalamadı.
O zor
yılları atlatırken Anke’nin sadece başkalarına karşı değil, kendine karşı da
olan katıksız dürüstlüğüne, içsel ve duygusal zekâsına, kararlılığına ve
kendini onarma gücüne tanık olmak benim için eşsiz bir gözlem ve tanıklıktı. Bu dönemdeki uzun konuşmalarımız daha çok
psikolojik danışma ve destek formatındaydı. Bu nedenle örnekler vermem etik
olmaz. Ancak Anke’nin inanılmaz genişlik ve derinlikte bir iç dünyası ve
inanılmaz bir iç görüsünün olduğunu söyleyebilirim.
Kampın bu şekilde kapanması ve
yok olmasının içinde yarattığı o kocaman boşluğu ve kırgınlığı kısa bir süre
sonra doldurmanın bir yolunu buldu. Yazacaktı…
Yazmak onu tekrar eski neşesine
kavuşturdu. Çocuklar için dediği ama aslında yetişkinleri hedef alan bir kamp
değil, ütopik bir ülke yarattı bu defa. Yarattığı karakterler üzerinden insanı,
toplumu ve ilişkilerini sorgulayan ve yeniden kurgulayan bir roman.
Kampın yerini bu romanın en az kendisi
kadar ilginç olan hikayesi almıştı. Çok büyük bir disiplinle, ki onun diğer
önemli bir özelliğiydi, ama çok da eğlenerek, keyif alarak çok uzun saatler
boyunca kampta çalışırcasına, yazmaktaydı. Çok heyecanlıydı. Kamptaki gençlerin
yerini romandaki gençler almıştı. Onlarla üzülüyor, onlarla umutlanıyor,
onlarla “dünyayı kurtarıyordu”.
Oturup
sohbet ettiğimizde bazen kahkahalarla gülerek yazdığı bölümü anlatıyordu ve “sakın
kimseye söyleme böyle eğlendiğimi, beni deli sanacaklar; ama boşver zaten öyle
biliyorlar, öyle bilsinler” diye şakalaşıyordu.
Roman onun kaybının bir nebze
telafisi ve kurtarıcısı oldu.
Eşzamanlı olarak, Türklerin Almanca
öğrenmeleri ile ilgili edinmiş olduğu çok büyük deneyimi “Anke Atamer Yöntemi” denilebilecek,
görsel ve işitsel malzeme ile destekli bir ders kitabına aktardı.
Bundan bir süre öncesinde, ikinci
romanını yazmaya başlamıştı…
Yine çok heyecanlıydı.
Her yeni kamp döneminin başında olduğu gibi…