Eleştiri-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eleştiri-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2013 Perşembe

Bunlar, 2003 ve 2008 de Konuşulmuştu...

Sevgili hocamız Prof. Dr. Bilsay Kuruç’ un izniyle, Bozcaada, Turizm, Planlama gibi konularda tartışmaların yaşandığı bugünlere ışık tutması amacıyla iletiyorum.
Akın Baran

                                                                                                                         15 Nisan 2008
BOZCAADA İÇİN BİR SÖYLEŞİ  

                                                                                                                      Bilsay KURUÇ
Beş yıl kadar oluyor. Çay Bahçesi’nde düzenlenen bir toplu söyleşide konuşmuştum. Şimdi, Bozcaada Deneği’nin sevgili yöneticileri, sevgili dostlarım benden bir yazı isteyince düşündüm. En iyisi, o gün söylediklerimi olduğu gibi yazmak olacaktı. Söyleşi turizm, Bozcaada’mız, Adalılar ve bağcılık üzerineydi. Konular eskimemişti. Bakalım söylediklerim eskimiş miydi?
Konuşma 15 Ağustos 2003, Cumartesi günü saat 19.30’da Çay Bahçesinde yapılmış 
Değiştirmeksizin sizlere sunuyorum.
“Turizm zor bir konudur. Zorluğu, hemen her yerde dizginsiz biçimde gelişmesi, bu gelişme içinde doğal dokuyu geri döndürülemeyecek biçimde bozmasından kaynaklanır. MUDANYA’nın zeytinlikleri, AVŞA’nın bağları, MERSİN’in narenciye bahçeleri artık yoktur ve bir daha da olmayacaktır. İSPANYA’dan başlamak üzere, AKDENİZ’de hep böyle olmuştur. Kısacası, turizm önce hastalıklarını getirir. 
Bozarken, yerine hep benzer şeyleri koyar : Her yerde lokanta, kahve, bar, dükkan ve en tuhafı, insan tipi bir örnek hale gelir. Aleladeleşir. Turistik bir yere giderken oranın nasıl olduğunu önceden bilir, hep onları istemeye başlarsınız. Her şey o birörnekliğegöre düzenlenir ve aranır.
İstisnalar, yani başarılı örnekler azdır. Çünkü, değişik bir şey yapmak farklı bir kalite ister.
Çelik GÜLERSOY’unki gibi.
Bozcaada’da son beş on yılın gelişmesine turizm damgasını vuruyor : Turizm adeta bağcılığın zıt kardeşi gibi gelişiyor. Bağcılığın temposu on iki aya yayılır, yavaştır. Turizm üç, üç buçuk aylıktır, hızlıdır. Bağcılık turizmi bozmaz. Turizmin hızı ise bağcılığı bozabilir.
Şüphesiz, turizmin gelişmesini bağcılıktan ayrı düşünemeyiz. Ada’nın gelişmesi, bu ikisinin yan yana, iç içe gelişme şansını yakalarsak parmakla gösterilecek bir şey olacaktır. Yoksa aleladeleşecektir.
Biraz geçmişe bakarsak bugünü daha iyi anlarız, yarını öngörebiliriz. Ada’nın geçmişinde Ada’lılar da, devlet de rol oynamıştır. Üç bin yıla uzanan geçmişten bunları öğreniyoruz. Ada Müftülüğünün, dostumuz Haluk ŞAHİN’in ve diğer araştırmacıların kitapları bunu anlatıyor. Ada’nın uzak geçmişi sanki daha iyi biliniyor. Krallar, prensler, cengaverler, savaşlar ve destanlar. Akhilleus, Tenes ve başkaları ...
Bütün bunların özü şudur : Ada’lılar üç bin yıldır üzüm ve şarap, yani bağcılık yaparlar. Ada’yı Ada yapan budur.
Ada’lılar bağcılıktan kazanıp yaşamışlardır. Ada ekonomisi bu olmuştur. Bu uzun dönem, on yıl öncesine kadar gelir. Altyapı namına bugün var olan birçok şey on yıl öncesine kadar yoktur :
Yollar basit topraktır. Asfalt yol 1980’lerde başlamıştır.
Ulaşım motorla, uzun süre YAKAR kaptanın motoruyla yapılmıştır. Eskiden haftada bir gün İSTANBUL’dan kalkan gemi Ada’ya yakın demir atar ve kıyıya kayıkla çıkılırdı. Sonraları, 1980’lerde, Odunluk iskelesinden, Normandiya Çıkarması’na (1944) katılmış iki çıkarma gemisi sefere girdi. Gemiye otomobilin geri manevrasıyla girilir ve gemi 22 ya da 23 oto alırdı!.
Elektrik yok gibiydi. Su kuyulardan gelirdi, ama rezervler yetersizdi.
Telefon varla yok arasıydı. Posta uzun süreliydi, gazete gecikmeliydi.
Televizyon 1980’lere kadar yoktu. Buzdolabı yerine tel dolap vardı. Fırınlar odun, kömür ateşiyle işlerdi.
En önemlisi, 1990’lara kadar kadastro yoktu.
Bu tabloda turizm hemen hemen yoktu. Ada’ya yabancı uyruklular ÇANAKKALE Valiliğinden izin almaksızın giremezlerdi.
“Yok”ların yanında “Var”lar da vardı : Bir kere, Şehir Kulübü vardı (Bugün bir lokanta).
Zemin topraktı. Orada herkes eşitti. Büyük bağcılar, küçükleri, bağ işçileri ve diğerleri birbirine “Sen” diyerek konuşurlar ve aynı çayları içerlerdi. Ada’da iki kahve vardı. Orada da statüler aynı idi. Herkes birbirine “merhaba” derdi. Kapılar kilitsizdi. Sokaklarda  kanepelerde oturulurdu. Bağcılık eşekle ve pırpırlarla yürütülürdü. AYAZMA’da en çok on kişi denize girerdi. Kış gelince bazı Ada’lılar kumarda acımasızca birbirlerini üterlerdi.
Ada’lılar kimlerdir? O dönem Ada’lısının  nesli tükenmek üzere. Önce tükenenleri analım. Çünkü, uzak tarihin kişiliklerini biliyoruz da, yakın geçmişin insan manzaralarını anmıyoruz.
Önce ALTAN’ı anmalıyım. O sevgili dostumdu. 1971’de bizi Ada’ya çeken ALTAN (GÜRMAN)’dı. YAKAR’ın motoruyla geldik. ALTAN Ada’yı ve SULUBAHÇE’yi sevenlerin, korumaya çalışanların lokomotifiydi, simgesiydi.
Çalışkan, zeki ve yardımsever Hacı SÜLEYMAN’ın Anadol otomobili, Ada’daki iki yada üç otodan biriydi. Ev aramaya ve bulmaya hep onun otosuyla gittik. Hacı bizi 1986’da BEDRİ Albay’a götürdü Albay ilginç bir insandı. Kısa sohbetimizin sonunda “Bu evi sana satayım, gideceğim, kalbim var” dedi. O tarihten beri orada oturuyoruz.
LİGOR şarap degüstatörüydü. Albayın da eski emir eriydi. Çok iri, ama sevimli gövdesi vardı. Minnacık evi, LİGOR’un gövdesinden biraz daha genişti! HAYATİ Beyin (TALAY) ona yardımlarını bir vefakarlık örneği olarak belirtmeliyim. (Bu konuşmayı yaparken dinleyiciler arasında bulunan ve Ada’nın simgelerinden biri olan HAYATİ Bey 2007’de aramızdan ayrıldı.)
VASİL müstesna meyhanesi, rakı adabına göre düzenlenmiş yaşamı ile Ada’nın aristokratı gibiydi. 
KORELİ, Ada’nın ilk lokantasının sahibiydi. Bozcaada deyince, insanlar hemen “KORELİ”  derlerdi. KURTULUŞ ve küçük HÜSEYİN onu yaşatıyorlar.
FRANSIZ MEHMET Ada’nın ilk marangozuydu. FRANSA’da kaldığı için ona öyle denirdi. Çok genç yaşta gitti.
İLHAN Bey (ARAL) Galatasaray Lisesi mezunu idi. Espri anlayışı inceydi. Hassas, incelik sahibi insandı. ÇAYIR yolunda, Ada’lıların DALLAS dedikleri bir çiftlik yaptırmıştı. Kayalıklara gidip, kabuklulara limon sıkıp yiyecektik birlikte. Olmadı.
Tükenen kuşağın sonuncusu, bu yıl kendisini daha çok özlediğim İRFAN Bey (ARAL) nadir bir insandı. Üzümün ve şarabın ustası olduğu kadar dünya politikası ile ilgilenir ve bilirdi. Çok okurdu. Değerlendirmeleri zeka doluydu. Onu yavaş yavaş kaybettik. Tıpkı Ada’da bir dönemin sonunun gelişi gibi.
(2007’de, bu insanlara Ada’nın, denizlerinin, yolculukların simgesi YAKAR Kaptan eklendi. YAKAR Kaptan’ın gidişi, eski dönemin kapanışı demek oluyor.
Devlet Ada’da kaymakamları ve politikalarıyla görünür. Kaymakamlar deyince, 1980 öncesinden Kutlu AKTAŞ, 1980’lerden Caner YILDIZ ve 1990’lardan Yavuz AKKOÇ akla gelir.
Politikalar deyince Ada’nın yolları, kadastrosu ve Tekel alımları akla gelir. Devletin politikaları son on yılda bir büyük paket gibiardı ardına uygulandı, daha önce görülmeyen etkiler yarattı. Eski uzun dönemin sonunu getirdi. Özetle, bağcılığı destekleme niyetiyle başlatılan (yada Ada’lıların öyle sandığı) politikalar, son on yılda hızla turizmi getirdi. Eski dönemin “yok”ları var olurken, “var”ları yok olmaya başladı. GEYİKLİ İskelesi’nin yapımı ile sefere giren araba vapurları ile Ada’nın kadastro’su örtüştü : Ada’nın bağlarından evlerine kadar her şey satılmaya başladı. O güne kadar Ada’yı bilmeyen yeni mülk sahipleri ile birlikte turizm de hızlandı.
Altyapıyı politikalar paketiyle oluşturursanız turizmi tutamazsınız, hızlanır. Her yerde böyle olmuştur. Şimdi zor ve değişik bir şey yapıp yapamayacağımız bir noktaya geldik : Turizmin (ve yeni mülklerin) yarattığı değişmenin sonucu ne olacak? Aleladeleşme mi, yoksa herkesin kazanabileceği bir yeni Ada modeli mi?
Son birkaç yıl bir şikayetler dönemi gibidir : Ada’lının eskisi “Ada artık eski Ada değil” diyor. Ada’lıların kazancı artanı (esnafı, Bayramiç’lisi) daha iyi bir ayar istiyor : Vapurun sıklaşmasını, gelenin gidenin edepli olmasını, ortalığı kirletmemesini istiyor. Gelen turist vapurların seyrekliği ve kuyrukların uzunluğundan hoşnut değil ve esnafın fiyatları yüksek tuttuğunu, hizmetlerin iyi olmadığına söylüyor. Bağcıların derdi apayrı. (Her yıl burada panelde konuşurlardı; bu yıl yoklar.) Üzümün devletçe koruma görmediğini söylüyorlar ki, şikayetlerin en önemlisi de bu. Çünkü, olup bitenler gösteriyor ki, üzümü korumak Ada’yı korumak demektir.
Bağcılığı korumak GÜLERSOY’un SULTANAHMET’i korumasına benzemiyor. Çünkü, üç bin yıldır Ada ekonomisini bağcılık çeviriyor. Eğer bugün turizmin iyisini becerebileceksek, bu, bağcılığı korumayı bilerek olacaktır. Yani, herkesin kazanabileceği bir Ada kimliği ancak bağcılığı koruyarak ortaya çıkabilir 
Ama, işte burada talihsiz bir noktadayız. Çünkü, “aramızdan ayrılanlar”a şimdi TEKEL katılıyor. TEKEL gidiyor. Haberlere göre, 26 Eylülde blok satışla gidiyor.
Biliyorsunuz, TEKEL Türkiye’nin beş yüz büyük finansı içinde sekizinci sıradadır. Ayrıca, AVRUPA’nın en büyük otuz alkollü-alkolsüz içki firması arasındadır. Kasasına günde on bin trilyon TL. para girer. 2001 yılı satış hasılatı 3.1 katrilyon TL.dir. ve bunun 1.9 katrilyonu vergi, fon, vs. şeklinde devlet geliridir. 2001 yılı karı 138 trilyon TL.dir ve TEKEL özelleşirse, bu, devletin kasasından özel kasalara akacaktır.
Yine biliyorsunuz, TEKEL tütünün de en önemli alıcısıdır. Yerli sigaranın (TEKEL’in) pazar payı %40 dır ve iki yabancı firma ise paylarını %30 a çıkarmışlardır. 1999 da beş bin köyde 570 bin ekici ailesi varken, yerli sigaranın pazar payı daraldıkça bu ailelerin sayısı 400 bine düşmüştür. Korkarım, yarın daha da düşecektir 
Bunları şunun için söylüyorum : Hatırlayabilirsiniz, 1970 lerde TEKEL’in motorları gelir, Ada’nın karasakızını alırdı. Karasakız şaraplıktır, konyaklık üzümdür. 1986 da Tuzburnu’nda TEKEL’in fabrikası kuruldu. Fabrika 1990 larda her yıl iki bin tona yakın üzüm alırdı. Bu 150 ila 200 üretici ailesinin gelir güvencesi demektir.
Ancak, on iki yıldır TEKEL’in alımları zayıfladı. 2001’de 700 bin kilodan biraz fazla, 2002 de 670 bin kilo kadar oldu. Kısacası, devlet bağcılığın altyapısı için bir şeyler yapacakmış diye düşünülürken, birdenbire geri çekildiÜreticiyi yalnız bıraktı. (Geçen yıl üzüm bağda kaldı. Bu yıl üzüm 22 kuruştan satıldı. Bağlar köklenebilir!) Çünkü, ülke çapında üst kattan TEKEL’e “üreticiyi bırak, piyasadan çekil!” komutu verildi. Bu acıdır.
Şimdi temel soru şudur : Bağcılık ne olacak? İşler keyfe kalırsa, üç bin yıldır karasakız ve çavuşla yoğrulan Ada ne olacak? Bağcılığı keyfe kalmış bir Bozcaada’da turizm ilginç olur mu? Bağcılığın kaderiyle ilgilenmeyen turizm aleladeliği getirir. Bu AVŞA Ada’sının hazin modelidir. Bağcılığa sahip çıkabilen, TEKEL’in büyük boşluğunu doldurabilen, kaliteli ve işlek bir yeni model arıyoruz.
Ada’lılar, yani bağcılar kendi kaderlerine sahip çıkabilirler mi? Bağcılığı kurtarabilirler mi? Yoksa, üzümler bağda mı kalır? Bağcıların kaderi TEKEL’in ortada bıraktığı tütüncülerin kaderi gibi mi olur? Yoksa, Ada’nın şarap üreticileri mi birleşerek fabrikayı alırlar?
Devlet bağcılığı desteklemekten çekiliyorsa, üretici karşısında özel bir tekeli mi bulacaktır? Tuzburnu’ndaki fabrikayı büyük ihtimalle ucuza alacak olan özel kişi, üreticinin kaderiyle ve Ada’nın bağcılığı ile ilgilenecek midir?
Eski dönem, insanları ve politikalarıyla kapanırken şunu merak etmeliyiz : Yeni Ada’lılar, yani dışarıdan gelen yeni mülk sahipleri kimlerdir? Onların ortak bir Ada’lılığı öncelikle bağcılık üzerinde kurulabilecek midir?
Devlet artık “Nasıl bir Bozcaada istiyoruz?” sorusunu sormuyor. Üreticiyi terk etmesi bu soruyu sormadığını gösteriyor. Soru belki de yeni girişimci olan turizmcilere kalıyor. Bunların yaratıcı ve koruyucu olanlarına. Çünkü, bağcılığa sahip çıkmayı bilen girişimci kendi sorunlarını da daha kolay çözecek bir kapasiteye erişecektir. Ada’nın geçmişi ile geleceği arasındaki köprü belki de bu ince çizgi üzerinde kurulacaktır.
Hepinize saygılar sunuyorum.”
Evet, bundan beş yıl kadar önce Çay Bahçesinde bunları konuşmuşuz. Aradan geçen süre konuştuklarımızı zenginleştirmiş mi, yoksa sözlerimizi geçersiz mi kılmış? Bozcaada’mız, insanları, bağları, rüzgarı, denizi ve mevsimlerine göre hızlanıp yavaşlayan yaşama temposu ile özünü yitirmeksizin kimliğini koruyan, ama kendini güzelleştirmeyi bilen  bir Ada olmaya doğru gidebiliyor mu? Dostlarımız bunları, hep bunları konuşmayı sürdürsünler. Kolay gelsin.

TURİZME İKİ YAKLAŞIM
Müşteri velinimetimizdir
Ne yaparsa makbuldür!
Maliyeti (Ekonomik-Sosyal) yüksek olabilir.
Bozcaada ölçeğinde sonradan telafisi çok zordur.

Turist misafirdir. Hoş gelmiştir, ancak, ayakkabılarını çıkararak girmelidir.

Bilsay KURUÇ
 (Panel konuşması 25 Ağustos 2008 Pazartesi saat 21.00)

Sevgili Bilsay Hoca'nın 2003 de söyledikleri, 2008 de eskimemişti. 
Yıl 2013, 03 Ekiminde de eskimiş değil. 
Bilsay Hoca falcı değil bir bilim adamı...
Sözleri ise, bugün konuşanların kulaklarına göre değil... 



1 Eylül 2013 Pazar

İyilik ve Hurdalık

“Halime çok şükür” demenin en etkili yolu, halini “kötü” gördüğünüz birine yardım yapmak.
Yardım yapmak yardımı alandan çok yardım edenin işine yarar.
Yardım alan “güçsüzdür”, “zavallıdır”, “halsizdir”. Sizin “yardım” diye sunduğunuz şeye ulaşabilecek durumda değildir.
Siz ona yardımı “sunduğunuzda”,
Kendinizi “güçlü”, “zengin”, “halli” hissedersiniz.
Kendinizi “çok şükür iyi”, “kimseye muhtaç değil” ve üstelik “yardımsever” hissedersiniz.
Yardım alanın, o anki “ihtiyacı giderilmiştir”.  Başka ihtiyaçlar için başkalarından yardım almayı umar ve arar durur.
Bu durumda soru şu olmakta: “Aslında kim kime yardım etmekte”?
Her zaman uçları “güçlü-zayıf” çıkar ilişkisine dayalı olan “yardım”lar sadece insanlar arasında gerçekleşmez. Kurumlar (birçok sivil toplum kuruluşunun kuruluş amacı budur) ve hatta ülkeler arasında da bu ilişki tarzı mevcut.
Bu yardım ilişkisi tuzağını da beraberinde taşır:

Sorunlarınızı kendiniz çözmeyip bir kez “yardım” aldığınızda, siz artık “zayıf tarafsınız”. Yardıma muhtaç tarafsınız. Gelen yardım ne olursa olsun, reddedemezsiniz…
Ve hep zayıf tarafında kalırsınız “zayıf-güçlü” ilişkisinde. Bağış ve ihsanlarla hayatınızı idame ettirirsiniz.
Çaba göstermenize gerek kalmaz.

Bozcaada Belediyesi, bu kış ikinci bağışını kabul etmişti.
İlki Beşiktaş Belediyesinin bir minibüsüydü, ikincisi Foça Belediyesinin otobüsü…
Beşiktaş Belediyesinin minibüsü bazı özel gezilerde kullanılmaktaydı…
"O şimdi garajda".
Foça Belediyesinin otobüsü sadece cenazelerde, camiden mezarlığa kadar hizmet vermekte…
Allahtan mezarlıklar uzakta değil, yürüyerek gidilebilinir. O korku tüneli misali otobüse binmektense…
Bozcaada Belediyesi Beşiktaş ve Foça belediyelerine çok büyük birer “iyilik”te bulunmuştur.
Parçalanmak için hurdalığa ya da otomotiv sanayi müzesine binbir prosedürle göndermeleri gereken araçları Bozcaadalılara “bağışlayarak” hem zahmetten kurtulmuşlar, hem de kendilerini Bozcaada Belediyesine bağış yapan “güçlü belediyeler” olarak hissetmişlerdir…
Son üç-dört gündür adaya gökten bile insan yağarken, koca koca tur otobüsleri daracık yollarda tur atarken, hatlı minibüsler tekerlekli tuzlu sardalye tenekesi misali  yokuşlarda inlerken neredeydi Bozcaada Belediyesinin “Belediye Otobüsü”?
Niye “arkalara” saklydı?
Bu otobüsü, adayı “tanıtmaya” gideceğiniz Londra’dan gelecek İngilizler için mi saklamaktasınız?
Ne yapmak için kabul ettiniz otobüs bağışını?
Antika araç kullanmayı bilen şoförünüz mü yok?
Bozcaada hurdalık’mıdır?

Bozcaada Belediyesi diğer belediyelerin hurdacısımıdır?

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bozcaada'dan Bayramlık "En Top"

Conde Nast Traveler Dergisinin 2012 yılı okuyucu anketine göre Bozcaada Avrupa’nın birinci, dünyanın sekizinci en iyi adası.

Ada’ya gönül vermiş olanların gururunu okşayan, daha çok turist ekleyenin ellerini ovuşturtan bir haber…

Toplam 46 476 okuyucunun 1 306 yer için oy kullandığı ankette adalar için kaç kişi oy kullandı, Bozcaada’dan yana kaç kişi oy kullandı; okuyucu profilinin bilinmemesi gibi teknik bilinmezlikler bir yana,

Oylamadaki bilinenler, oy verilen parametrelerdir: Manzara, misafirperverlik, hava, plajlar, etkinlikler, konaklama ve restoranlar.

Bozcaada’nın bu parametreler açısından aldığı oy yüzdeleri şöyle: Manzara: 94.7, Misafirperverlik: 84.2, Hava: 89.5, Plajlar: 75.0, Etkinlikler: 68.8, Konaklama: 76.9, Restoranları: 82.4.

Merak bu ya, parametreler biraz daha genişletilse,

Mesela ulaşım, trafik, park yeri; fiyat - hizmet kalitesi, sunum kalitesi, servis kalitesi dengesi; hijyen ve altyapı kalitesi (kanalizasyon, su ve elektriğin kesintiye uğramaması), plajların konforu gibi parametreler olsaydı oranlar ne olurdu?

Derginin anketinde sadece adalar yer almamakta…

En iyi plajlar, en iyi hoteller, en iyi kültürel destinasyonlar, en iyi mutfaklar gibi kategoriler mevcut. Bozcaada’nın “top” egolu işletmeleri bu “top”lar arasında yok…

Sermayemiz manzara, hava, deniz, kum.

Kale manzaralı ya da rum müzikli “ambiyans” ekle…
Biraz da ahbaplık edince gelsin ödüller…

Kışın fuar fuar gezip; gezi olsun maksat, Bozcaada’yı tanıt…
Yaz olunca “gelmeyin”!

Devletin desteklediği bütünsel bir “stratejik plan”ı,  “100 kişiyi toplayamayız” diye yapma, devletten “tanıtım projesi” desteği al, adayı tanıt …

Sorun şu ki, ada yeterince “tanınmakta” …

Manzara güzel, kale güzel, deniz güzel, koylar güzel, kum güzel, “ambians” güzel…
Amma velakin “bu kadar”!

Fabrikadan 20 (yirmi Türk Lirası) liraya aldığın güzelim ada şarabı masaya gelince altmış (yirminin üç katı) oluyorsa; bu, şarap şişesinin tıpası ya da mantarının,  hacet giderme yerleri yapılamayan plajların ya da kanalizasyon ham maddesinin yol açtığı, Kocamış deresinin başı ve Poyraz Limana boşaltılarak çözülen sorununu bertaraf etmek için insanların farklı biçimde kullanmaları için olsa gerek…

“İnek çifliği karada, balık çifliği denizde olur” diye adada balıkçılığı bitirdiğinizde, kesim numaralı deniz balığı; Çin denizi görmüş haşarat-ı bahriye satar, dünya “top” listesine girdik diye sevinirsiniz, “bu kadar.”

Bozcaada’da bir türlü yapılmayan/yaptırılamayan arkeolojik kazılar beklerken ve buna rağmen adadan kaza ile çıkan eserlerin Bozcaada’da sergilenebilmesi için bir mekan oluşturulamaması ayıbı dururken, evet,  “bu kadar”.

Haklı olarak şarapları ile övünürken, adada 12 ay boyunca insanları çekecek, bağcılığı odak alan “agroturizm” için kafa patlatılıp organize olunamayınca, evet, “bu kadar”.

“Üç ay dişimizi sıkalım, dokuz ay da biz turist olalım” düşüncesiye …

Bu kadar.

Bayram tatili dışında da insanların sizi sevmesi ve misafirliğe gelmek istemelerine aklınızla ve emeğinizle bahaneler yaratamazsanız, gelmezler…

Sadece “bayramlık misafirperverlik” gösterirseniz, “bayramlık” gelirler…


Öyle bir gelirler ki, “gelmeyin” demek zorunda kalırsınız.

Bayramınız kutlu olsun!

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Bozcaada'nın Mitoloji Kahramanları

Mitoloji insanoğlunun yeryüzündeki serüveninin hikayeleridir.
Hikayelerdeki adları değiştirdiğinizde bugün geçen bir olay anlatılıyor zannedersiniz bazılarında… Öylesine tarih içerisinde kalıcı çizgileri öne çıkarırlar…

Mani ve depresyon mitolojik ve antik çağlardan beri bilinmekte ancak 19. yüzyıl sonlarına kadar ayrı insanlık halleri olarak değerlendirilmekteydi. Diyonisos’un aylarca süren “şenliklerini” okuduğunuzda, bir mani dönemini anlatan yeni yazılmış hikaye ya da akademik kitabı okuyorsunuz zannedersiniz.

Ancak 1854 yılında J. Falret ve J. Baillarger bu iki duygudurumunun birbirini izlediğini ve bağlantılı olduklarını tespit etmişlerdir. Falret’in “la folie circulaire”, Baillarger’in “folie a double forme”, daha sonraları K. Kahlbaum’un (1882) “cyclothimia” ve nihayet 1896 yılında E. Kraepelin’in “manishdepressive” olarak tanımladığı durum günümüzde bipolar bozukluk ya da en bilinen adıyla manik-depresif hastalık olarak özellikle dinamik ve varoluşçu psikyatrinin ilgi alanı içerisinde yer almaktadır.

Psikyatri ya da psikolojinin birer bilim alanı olup olmadıkları ile ilgili bilim felsefesi tartışmalarına girmeden/onlar bir yana, bu birbirine bağlı iki duygu durumunun gerçekte yaygınlığı hiç de az değil.
Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre göre 21. Yüzyılın ilk on yılındaki yaygınlığı genel nüfus içerisinde % 3.  Oxford Textbook of Psychiatri (2011) de yer alan verilere göre gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bu oran çok daha yüksek: hastalanma olasılığı erkekler için % 3-12 ve kadınlar için % 20-26.  

Bu rakamlar bilimsel araştırmalarla tespit edilen ve daha çok bireysel tedaviye yönelik çabalarla ilgili araştırma bulgulardır.  

Asıl konuya geçmeden önce bir araştırma bulgusuna daha değineceğiz. Bu da manik-depresif bozukluğun tespit edilen genetik bir temelinin bulunmadığıdır. Ancak bu bozukluğun ailede bulunması durumunda ortaya çıkma olasılığının daha yüksek olduğu gerçeği bize, organik temellerinin yanısıra, genetik geçişliden çok sosyo-genetik geçişli olduğunu düşündürtmektedir.

Sadede gelmeden önce, birazcık daha tarih bilgisi…

Bireyler gibi, toplumların da hastalanabileceğine ilişkin görüşler özellikle tüm dünyayı saran ve etkileyen, çok geniş çaplı ve yıkıcı, insanoğlunun en karanlık ve şeytani yanlarını ortaya çıkaran iki dünya savaşının ardından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlandı.

F.Oppenheimer, H. E. Richter, H. Marcuse, M. Horkheimer, Adorno gibi özellikle Frankfurt Okulunun kurucu ve ardıllarının başlattığı tartışmalara psikiyatri, toplumbilimi, teoloji, antropoloji gibi felsefe dışındaki alanlardan (E. Canetti, E. Fromm, I. Illich gibi) da destek geldi.  Birey gibi aileler ve bir bütün olarak toplumların da “akıl tutulmasına” uğrayabileceğini ve hastalanabileceğini vurguladılar. Toplum ve toplulukların bazı ortak karar ve davranışlarının başkaca bir açıklamasının olamayacağının altını çizdiler.  

Bireylerdeki tipik mani sendromunun üç temel semptomu bulunmaktadır:

  • 1.       Yükselen ruh hali - duygudurumu
  • 2.       Artan aktivite - hareket düzeyi
  • 3.       Artan düşünme hızı

Bu semptomları gösteren insanlarda genellikle:

1- Benlik saygısında abartılı bir artma (Kendine aşırı güvenme – kendini çok güçlü hissetme)
2- Uyku ihtiyacının azalması
3- Her zamankinden daha fazla konuşma ya da konuşmaya isteklilik.
4- Fikir uçuşmaları (sıçramaları) ve düşüncelerin sanki yansıyor gibi birbirini izlemesi.
5- Dikkat dağınıklığı (yani, dikkat önemsiz ya da ilgisiz bir dış uyaranla kolaylıkla dağılabilir)
6- Amaca yönelik etkinlikte artma (toplumsal, iş ya da okul, cinsel açıdan), ajitasyon.
7- Kötü sonuçlanması ihtimali yüksek; zevk veren etkinliklere düşüncesizce atılma (Örneğin elindeki bütün parayı harcama, cinsel girişimlerde bulunma ya da aptalca iş yatırımları yapma)
8- İş yaşamı, sosyal yaşam ve özel ilişkilerde önemli ölçüde bozulma ve durumun başkalarınca da fark edilebilmesi; görülür. (Amerikan Psikiyatri Birliği, Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM IV – 1998)

Bireylerdeki tipik depresyon sendromunun da üç temel semptomu bulunmaktadır:

  • 1.       “Yerlerde sürünen” ruh hali - duygudurumu (distimia)
  • 2.       Azalmış aktivite - hareket düzeyi
  • 3.       Azalmış düşünme hızı

Bu semptomları gösteren insanlarda genellikle:

1.       İçine kapanma ve sadece kendisi ile ilgili olma, kişisel aşırı duyarlılık, alınganlık,
2.       Kendini üzgün, endişeli ve değersiz hissetme,
3.       Derin bir umutsuzluk, değersizlik ve kötümserlik,
4.       İntihar düşünceleri ve eğilimi,
5.       Günlük zorunlu aktivitelere karşı bile ilgisizlik ve isteksizlik,
6.       Unutkanlık, dikkatini toplayamama ve karar vermede güçlük,
7.       Uyku bozukluğu ve sinirlilik hali,
8.       Sebepsiz ağrılar ve aşırı kilo alma ya da verme görülür.

Yukarıda özetle anlatılan iki farklı ancak sebep-sonuç gibi birbirini izleyen ruh durumu ile ilgili önemli bir tespit daha var ki bu yazının ana temasını oluşturmaktadır.  Mani genellikle yaz aylarında, depresif hal ise kış aylarında görülmektedir.

Şimdi, kendinizi Göztepe’nin üstüne çıkıp, rahat rahat oturmuş Ada’yı gözlemlerken hayal edin bir an…

Görecekleriniz:  

Yaz başlarken heyecan ve neşe içinde insanlar akın akın arabalarla, otobüslerle, yürüyerek gemiden inip iskele caddesinden tüm adaya dağılırlar. Herkeste bir coşku, iyimserlik, abartılı selamlaşmalar, kahkahalar ancak en ufak bir aksilikte ise kavgaya dönüşüveren sinirlilik ve tartışmalar, klakson ve bağırışan insan sesleri …

Her yerde, hayat yemekten ibaretmiş gibi, sabah mükellef pişili 10 çeşit reçelli ve daha neli neli kahvaltı sofraları… Öğlen-ikindi çaylı kahveli börekli çörekli atıştırmalar. Akşam ise rakılı şaraplı, zeytinyağlı mangallı, ithal kalamarlı - kültürlü balıklı uzun soluklu sofralar…

Arabalar, traktörler, minibüsler ve motosikletler, merkez – Ayazma, Ayazma – merkez, merkez - Polente, Polente – merkez ve diğer yollarda, TEM otoyoluna yakışır hızlarda birbirini çiğnercesine bir akış içerisinde…

Herkes koşturma ve konuşma halinde…

Özellikle Ada’ya ilk defa gelenler “adalılara” bir mitoloji kahramanına bakar ve dinler gibi bakmakta ve dinlemekte, birçoğu da “eh, madem bu rol verildi demek ki öylemişim” diye düşünürek anlatmakta, anlatmakta…

Abartılı gelecek ama şu diyaloglar gerçek:
-         -  Siz esas nerelisiniz?
-         -  Adalıyız.
-        -   Peki bu kale ne zaman yapılmış?
-          - Bilmem, biz geldiğimizde vaadı...

Ya da;

-        -  Migros nerede?
-         - Bak şimdi… Şuracıktan çık, sağa dön, karşına eski bir ev çıkcek, oradan aşarı doğru gidivee görcen…

Adaya birden çok defa gelenler ile diyaloglar genellikle neyin değiştiği neyin değişmediği, nerenin iyi-kötü, pahalı-ucuz, neyin güzel- çirkin olduğu ile ilgili…

“Yazlıkçı adalılar” ve “adalı yazlıkçıların” “mevzuları” ise daha “derin”;

Kanalizasyon, trafik, sonradan gelenler, pahalılık, pazar yeri, çöpler, hayvanlar, havalar, ustalar etrafında dönen ve “Ne olacak bu adanın hali” ile biten monologlar…

Yaz dönemi “hızlanmanın” olduğu bir diğer alan “aktivite”ler. 
Toplantılar, sergiler, festivaller, bir daha toplantılar, sergiler, festivaller…
İlanlar, bildiriler, kararlar…

Etkinlik ve konuşmalarda “ada sevgisi”nin boyutu adeta ürkütücü…
Ada “Şirin” insanlar Ferhat…
Ada oltar, insanlar onun için hayatını kurban etmeye hazır aşıklar…
Cek-cak.. Cağız-ceğiz..

Yaz tarifesinin son gemisi, mani’nin bitip depresif ruh haline geçişin simgesi adeta.

Ada sakin, rüzgar sakin, insanlar sakin…

Ekim sonu ile “yok”lar başlamakta.
Hareket yok, konuşma yok, “ada aşkı ve aşıkları” yok.

Kedi ve köpeğiyle birlikte sayıldığında 500-600 kişiye düşen ahali evine kapanmakta.
Kedi ve köpekler bile birer saat aralıklarla caddede karşıdan karşıya geçmekte mecbur kalınca.

Daha gün kararmadan cadde ve sokaklar dışarı çıkma yasağı varmışçasına bomboş.
Mahallelerdeki evlerde tek tük ışıklar şaşkın şaşkın yanmakta.

Güneşli güzel günlerde Çınaraltında oluşan iki-üç masada diyalog, filimdeki gibi:
-          -Nabiyon?
-        -  İyi.
-         - Sen nabiyon?
-        -  İyi.
-          - Geçiniyoz işte…
-         - Yaşıyoz işte...

Yazın cek-cak,  cağız-ceğiz diyen ve adada kalan az sayıda mitoloji kahramanına yazınki söylem ve söylevlerini hatırlattığınızda,  size, neden adada hiçbir şeyin olamayacağını, değişemeyeceğini ve yapılamayacağını isteksizce özetlerler.

Dikkatlice söylediklerini dinlerseniz ve analiz ederseniz “acı gerçekle siz de karşılaşırsınız”: Neden kendisi değil, kendisi dışındaki diğer mitoloji kahramanı ya da kahramanlarıdır.

“Onunla” ya da “onlarla” da baş edilemez zaten.
"Diğerleriyle de bir iş olmaz zaten".

Yaklaşık yarım asırdan öncesinde Ada’da oluşan bu duygudurumu her geçen yılla birlikte şiddetini arttırmakta.


Tedavisi vardır ve bir an önce başlanmalıdır.

Son Söz: Yarı hekim candan, yarı imam imandan eder.



4 Haziran 2013 Salı

Şehir Planlamasının Özeti Budur

Bir şehri planlamak


........
Esenyurt’ta yaşadığımız ve aslında geçici şekilde çözülen, Fikirtepe’de sessizce yaşamakta olduğumuz ve Gezi Parkı hareketiyle gündeme bomba gibi düşen mesele aslında hep aynı; yanlış ve/veya eksik planlama.

Gezi Parkı konusunun sosyolojik, toplumsal ve siyasi tarafı bir yana konuya sadece bu ve benzeri projeler olarak bakalım.

Hatalı ve eksik planlama

Uzun zamandır yazdığım, konferanslarda anlattığım en önemli meselelerden biri inşaat projelerinin bir bütünün parçası olma zorunluluğu yani; şehir bölge plancılığı.

Sıraladığımız ve henüz gündeme düşmeyen tüm projelerde görünen en büyük eksiklik aynı; hatalı ve/veya eksik planlama. Görünen eksikliğin veya yanlışlığın nedeni ise aslında çok açık, bu planlamaları sadece mimarlar ya da belediyecilerle yapıyor oluşumuz. Böyle olunca da sadece bir zihin bir bakış açısı o bölgeyi dönemsel yani aslında geçici olarak planlıyor.

Oysa bir şehri planlamak, özellikle de o şehir tarihi ve sosyolojik olarak çok önemli. Dünya başkentlerinden biriyse, mutlaka o şehrin yakın ve uzak tarihiyle, toplumsal durumuyla yapılmalıdır.

Dünyada bu işi önce sosyologlar, tarihçiler sonra şehir plancıları, deprem mühendisleri ve mimarlar projelendirir. Yani bu şehir bölge plancılarını teknik tabiriyle ‘brieflendiren’ sosyologlar ve tarihçilerdir.

Projenin çıkmasıyla o projenin asıl kullanıcılarından focus gruplar oluşturulur ve bu kişilerin gözünden proje değerlendirmesi alınır. Sonra proje gerçekleştirilir ve devreye iletişimciler girerek projeyi anlatırlar. 

Sorgulama ve teşhis

Bu zincir böyle işlemezse, durum en basit tabiriyle, bir psikiyatriste gittiğinizde, doktorun sizin yüzüne bakıp ‘bence sen şizofrensin, şu ilacı al’ deme halidir. Oysa normalde doktorun önce size sorular sorması, sizi tanıması, geçmişinizi öğrenmesi, bu gün geldiğiniz yeri sorgulaması ve sonra teşhis koyması gerekir.

Doktor önce kendinize ama ardından başkalarına kendinizi doğru ifade etmenizi sağlar. Tedavi sadece size iyileştiğinizi hissettirerek olmaz, ailenizin arkadaşlarınızın da bunu görmesi ve onaylaması, onlarla hayata karışmanız gerekir ki başarılı bir tedaviden bahsedebilelim.

Şehirler de böyledir. Tarihini ve bugününü anlamanızı ister.

İşte bu yüzden bir yapı sadece bir inşaat değildir, bir dönemin bir coğrafyanın tanığıdır.


NOT: Bozcaada İmar Planı ile ilgili uygulama ve tartışmaların sürdüğü şu günlerde Ada açısından da önemli bir görüş içeren yazı olması nedeniyle 04.06.2013 tarihli Vatan Gazetesi Yazarı sayın Ceren Kumbasar'dan olduğu gibi alıntılanmştır.  

Daha önce de bu sitede defalarca belirtildiği üzere, bir şehir imar planı salt teknik bir "iş" değildir.  Tarihsel, ekonomik, sosyal ve siyasal yanları ve sonuçları mevcuttur. Ama daha da önemlisi bir şehrin geleceğidir. Bu gelecek bir ya da birkaç kişinin "dudakları arasında" ve "kapalı kapılar arkasında" belirlenemez. 

Tarih bunun aksine davrananların hazin hikayesinden ibarettir. Bozcaada Belediyesi ve Meclisini bu yazıyı defalarca ve dikkatle okumaya davet ediyorum.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Trajedi, Bir Komedi



Yukarıdaki linkte, Herkül Millas’ın “Dostların Zararlı Yanı” adlı güzel bir makalesini bulacaksınız.
“”Azınlıkların bazı dostları bazen zararlı olabiliyor. Kaş yapalım derken göz çıkarıyorlar. Bu dostlar iyi niyetle davranıyor olabilir; ama söz konusu olan niyet değil, bazı sonuçlardır. Batı Trakya ve İstanbul’da yaşayan Müslüman ve Rum (veya isterseniz, Türk ve Yunan) azınlıklarının böyle dostları var…” diye başlıyor makale.
“Azınlıklarla ilişkiler” kavramının içini Millas makalesinde kendi deneyimlerinin de hissedildiği ama daha çok analitik, akılcı ve serinkanlı değerlendirmeleriyle dolduruyor.
Makalenin eleştirisinden çok çağrıştırdıklarını ve ada deneyimleriyle günümüzdeki sadece olsa olsa hüzün veren görünümünü paylaşmak istiyorum.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerginlik yılları…
Adadaki birçok rum aile adadan Yunanistan, Avustralya, Amerika’ya göç etmiş. Çok az aile kalmış. Bunlardan biri Meyhaneci Vasil Bey.
Dükkanını kapatmamak için direniyor ama durum nafile…
Kapının altından notlar atılıyor: “Kapat, yoksa dükkanın yanacak”
Vasil Bey meyhanesindeki pikabında İstanbul’da basılan Türkçe ve Rumca şarkılar çalıyor.
Bir gün gelip tüm plaklarına el konuluyor.
Plaklar paketlenip resmi yazı ile Ankara’ya gidiyor.
Birkaç ay sonra “muhtevaları mahsurlu değildir” yazısı ile geri geliyor plaklar…
Meyhanedeki plakların “muhtevası” ne olacaksa…
Olsun, plaklar Rumca ya…
İhbar eden de, işlem yapan da, gönderen de, geri teslim eden de o dönem meyhanenin yerli, adalı “müşterileri”.

Gelelim günümüze…
Bu yaz neredeyse tüm meyhanelerinde Bozcaada’nın Rumca şarkılar çalıyordu… Rum Vasil Bey’in Rumca çaldığı plakları ihbar edenlerin, işlem yapanların, kızanların Türk çocukları ya da torunlarının meyhanelerinde…
Tıpkı “ne işi var bu gavurların burada gitsinler” diyenlerin bugün adadaki Rumlarla eskiden ne kadar iyi ve kardeşçe geçindiklerini ağzı açık dinleyen birilerini bulduklarında anlatmaya bayıldıkları gibi bu da kader olsa gerek…
Müzikler bir yana, adadaki işletmelerin adlarına baktığınızda kendinizi arkeoloji müzesinde zannediyorsunuz…
Her köşede antik çağdan fırlamış bir tanrı ya da dinsel kahraman ile karşılaşıyorsunuz…
Adonisler, Apollonlar, Kaikiaslar…
Ya da Aya Yorgi Evleri tabelaları ile…
Sorduğunuzda ne eskiden ne şimdi bu yerlerin adları ile ilgileri yok.
Thasos ya da Limni adasında “Bilge Kaan”, “Cengiz Han” “Asena” ya da  “Hz. Hamza” isimli işletmelere rastlamanız kadar garipsenecek bir durum…
“Tavernamsı” meyhane - restoranlarda çalınan Rembetiko’lar göçün, savaşların, kayıpların, ayrılıkların acılarını anlatırken özendikleri tavernalar gerçekte bir eğlenme yeridir aslında… Arada bir çalınan Türkçe sözlü Yunanca ya da Yunanca sözlü Türkçe “şıkıdım şıkıdım” havalarla o açık da kapatılıyor nasılsa müşterilerin “havasına göre”…

Tüm bunlara trajedi mi, komedi mi denilebilir, karar veremiyorum.
Her iki halin de, bir dram olduğu kesin.  

2 Ekim 2012 Salı

Böyle bir Bozcaada...



Aşağıda, Yavaş Şehir gerekliliklerini içeren koşullar yer almaktadır. 

Koşulları incelediğinizde aslında bunların bir kent yönetim modeli ve anlayışına işaret ettiğini görüyorsunuz. 

Bozcaada'daki mevcut kent yönetim modelinden farkı, insan odaklı olmasıdır.

İnsandan kasıt, o şehirde mukim, o şehirde yaşayan insan'dır.

Bir şehirde yaşayan insanları ve ihtiyaçlarını "yok" varsayıp  "kazanç" ya da "turist" öncelikleriniz haline geldiğinde söz konusu olan şey artık bir şehir değil, bir "tatil köyü"dür. 

Bozcaada'nın taşıdığı doğal, fiziki, sosyal, tarihi ve kültürel potansiyeli düşündüğünüzde yavaş şehir modelinin öngördüğünden çok daha fazlasına sahip olduğunu söyleyebilirsiniz. Hatta bazı alanlarda bu modelin geliştirilmesin katkı sağlayacak özellikler taşımaktadır.

Ama ne yazık ki mevcut haliyle modelin gerekliliklerini karşılamaktan oldukça uzak bir odaklanmanın sonuçları olan uygulamalar içerisinde...

Lafı uzatmayalım. 

İsterseniz bu koşulları okuyup kendiniz karar verin...

Mükemmeliyet Koşulları

Çevre Politikaları

1.    Hava, su ve toprağın kalitesinin, yasa tarafından belirtilen parametrelerde olduğunun belgelenmesi.

2.    Kentsel çöp ve özel atıkların ayrıştırılarak toplanmasının teşvik edilmesi ve yaygınlaştırılmasına yönelik projeler.

3.    Endüstriyel ve evsel kompostlamanın teşvik edilmesi ve yaygınlaştırılması.

4.    Kentsel ya da toplu kanalizasyon için, atık su arıtma tesisinin bulunması

5.    RSU ve biyokütlelerden ısı üretilmesi ve özellikle alternatif enerji kaynaklarının (yenilenebilir enerji, yeşil hidrojen, mini hidroelektrik santral) kullanılması yoluyla enerji tasarrufu yapılmasına yönelik belediyenin planı.***

6.    Genetiği değiştirilmiş ürünlerin (GDO) *** tarımda kullanılmasının yasaklanması

7.    Reklam Ticari tabelalar ve trafik işaretlerinin düzenlenmesine dair belediyenin planı.

8.    Elektromanyetik kirliliğin kontrolü için sistemler geliştirilmesi.

9.    Gürültü kirliliğinin azaltılması ve kontrolü için program yapılması.

10.    Işık kirliliğinin kontrolü için sistemler ve programlar oluşturulması. ***

11.    Çevre yönetimi sistemlerinin benimsenmesi (EMAS ve ECOLABEL ya da ISO 9001; ISO 14000, SA 8000 ve Gündem 21 projelerine katılım). ***


Altyapı Politikaları

1.    Tarihi merkezlerin ıslahı ve iyileştirilmesi için planlar ve/veya kültürel ve tarihi değerler üzerine çalışmalar yapılması.

2.    Güvenli ulaşım ve trafik için planlar yapılması

3.    Okullar ve kamu binalarına bağlanan bisiklet yolları.

4.    Özel taşıtlar yerine uygun alternatif taşıma ve trafiğin toplu taşım araçları ve yaya alanları ile bütünleştirilmesi için (toplu taşımla bağlantılı ilave kentsel araba park alanları, yürüyen merdivenler, yürüyen bantlar, teleferik, bisiklet yolları, okullar, işyerleri ve benzerlerine erişim sağlayan yaya güzergâhları) planlar yapılması. ***

5.    Kamusal ve kamuyla ilgisi olan alanların engelliler için erişilebilir olması, mimari engellerin kaldırılması ve teknolojilere erişimin sağlanmasını garanti altına almak üzere altyapıların teşvik edilmesi. ***

6.    Aile yaşantısına ve yerel aktivitelere (eğlence, spor aktiviteleri, okul ve aile arasında bağ oluşturmayı amaçlayan aktiviteler, yaşlılar ve kronik hastalar için evde yardımı da kapsayan yardım çalışmaları, sosyal tesisler, belediye çalışma saatlerinin düzenlenmesi, umumi tuvaletler) yardımcı olacak programların teşvik edilmesi. ***

7.    Tıbbi yardım merkezi mevcudiyeti

8.    Vasıflı yeşil alanların ve hizmet altyapılarının (yeşil alanların birbiriyle bağlantıları, oyun sahaları, vb.) mevcudiyeti

9.    Ticari malların dağıtımı ve “doğal ürünler için ticari merkezler” oluşturulması için plan hazırlanması.

10.    Mağaza sahipleriyle, zor durumda olan vatandaşlarla ilgilenme ve yardım etme üzerine mutabakat sağlanması: “dost mağazalar”.

11.    Bozulmakta olan kentsel alanların ve şehrin yeniden kullanılmasına yönelik projelerin iyileştirilmesi.

12.    Kent tarzının yeniden yapılandırılması ve iyileştirmesi için bir program. ***

13.    Kentin tanıtımında kullanılan bilgilendirme ofislerinin, U.R.P. (kentsel yenilenme programı) işlevlerinin, Cittaslow tanıtım/bilgi ofisiyle bütünleştirilmesi. ***


Kentsel Kalite için Teknolojiler ve Tesisler

1.    Biyomimari için büro ve biyomimarinin teşvik edilmesi yönündeki bilgilendirme projesi için görevlendirilen personelin eğitimi için programlar ***

2.    Şehri, fiber optik kablolar ve kablosuz sistemler için teçhiz etmek.

3.    Elektromanyetik alanları izleme sistemlerinin benimsenmesi.

4.    Kentin çevresi ve peyzajıyla uyumlu çöp tenekeleri bulundurulması ve çöplerin belirli zamanlarda toplanması.

5.    Kamu ve özel alanların çevreyle uyumlu bitkilerle, tercihen bahçe peyzajı kriterlerine uygun yerel bitkilerle, bitkilendirilmesi için teşvik edilmesi ve programlar oluşturulması.

6.    Vatandaşlara götürülen hizmetler (belediye hizmetlerinin internet vb. üzerinden duyurulması, vatandaşlar için internet tabanlı bir belediye ağı oluşturulması ve vatandaşların bu ağı kullanmaları yönünde eğitilmeleri) için planlar yapmak.

7.    Özellikle gürültülü alanlarda gürültünün kontrol edilmesi için plan.

8.    Kentte kullanılan renklerle ilgili plan hazırlamak.

9.    Elektronik evden çalışmanın (telework) teşvik edilmesi.


Yerel Üretimi Korumak

1.    Organik tarımın geliştirilmesi için projeler. ***

2.    Esnaf ve zanaatkârlar tarafından üretilen ürünler, eşyalar ve el sanatlarının kalitesinin belgelendirilmesi. ***

3.    Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan esnaf ve zanaatkârların ve/veya el işi ürünlerinin korunması ve himayesine yönelik programlar. ***

4.    Yok olma riskiyle karşı karşıya olan geleneksel çalışma ve meslek yöntemlerinin himayesi. ***

5.    Organik ürünlerin ve/veya yerli ürünlerin kullanılması ve restoranlar, okul kafeteryaları ve korunan yapılarda yerel geleneklerin muhafaza edilmesi ***

6.    Slow Food hareketiyle işbirliği içerisinde okullarda tat ve beslenme konusunda eğitim programları hazırlamak ***

7.    Yok olma riski altında olan şarap ve gastronomik yavaş yemek çeşitleri için, aktivitelere destek olmak. ***

8.    Yöreye özgü ürünlerin tespit edilmesi ve bu ürünlerin ticarileşmesi için destek olunması (pazarların ve marketlerin yerel ürünlerin satışı için düzenlenmesi, uygun mekanların oluşturulması). ***

9.    Şehirdeki ağaçların sayımının yapılması ve büyük ya da “tarihi ağaçların” değerinin arttırılması.

10.    Yerel kültürel etkinliklerin korunması ve teşvik edilmesi. ***

11.    Kent ve okul bahçelerinde geleneksel yöntemlerle yerel ekinler yetiştirilmesi için teşvik edilmesi.

Misafirperverlik

1.    Turist bilgisi ve nitelikli misafirperverlik için eğitim kursları.***

2.    Turistik güzergâhlarıyla tarihi merkezlerin ve turistik yerlerin işaretlenmesinde uluslararası işaretlerin kullanılması. ***

3.    Ziyaretçilerin özellikle takvimlendirilmiş etkinlikler için şehre yaklaşımlarını ve bilgi ve hizmetlere erişimlerini kolaylaştırıcı resepsiyon yönergelerinin ve planların hazırlanması (otopark, resmi kurumların çalışma saatlerinin uzatılması/esnetilmesi, vb.).

4.    Şehrin “yavaş” güzergâhlarının düzenlenmesi (broşürler, internet siteleri, ana sayfalar vb.)

5.    Turistik işletmeciler ve mağaza sahiplerinin, ücret şeffaflığı ve fiyatların müessesenin dışında sergilenmesi gerekliliği konusunda bilinçlendirilmesi.

Farkındalık

1.    Yerel Yönetimin Cittaslow olma niyetini açıklamadan önce vatandaşların Cittaslow’un ne olduğu, amaçları ve prosedürü hakkında bilgilendirilmesi amacıyla kampanyalar düzenlenmesi ***

2.    “Yavaş” felsefesini kazanmada ve Cittaslow projelerinin uygulanmasında sosyal yapıların dâhil edilmesi için programlar hazırlanması, özellikle; eğitsel bahçe ve parklar, okuma mekanları, tohum bankası projesine katılım ***

3.    Slow City ve Slow Food faaliyetlerinin yaygınlaştırılması için programlar hazırlanması *** 

Olağanüstü Gereklilikler
-    Kentte Cittaslow kimliğini vurgulayacak kampanyalar düzenlenmesi ve Cittaslow tarafından lanse edilen şartların karşılanması (zorunlu)
-    Yavaş Yemek Komitesinin oluşturulması ve desteklenmesi (liyakat notu)
Üye şehirlerin, antetli kağıtlarına Cittaslow logosunu eklemeleri ve web sitelerine “yavaş” felsefesi hakkında içerik koymaları gerekmektedir.


Slow Food Faaliyetlerine ve Projelerine Destek

1.    Yerel bir Slow Food Convivium’unun oluşturulması.

2.    Slow Food ile işbirliği yaparak zorunlu ve orta öğretimde tat ve beslenme üzerine eğitim programları hazırlanması.

3.    Slow Food ile işbirliği yaparak okul sebze bahçelerinin kurulması.

4.    Arca veya Slow Food Merkezlerinin, yok olma riski altında olan türlere veya ürünler için bir veya daha çok  projelerinin uygulanması.

5.    Slow Food tarafından himaye edilen yerel ürünlerin kullanılması ve beslenme geleneklerinin, gıda eğitim programlarıyla birlikte, toplu gıda hizmetleri, korunan yapılar ve okul kantinleri içerisinde muhafaza edilmesi.

6.    Slow Food ile işbirliği içerisinde “Mercati della Terra” uygulamasıyla özgün yerli ürün elde edilmesinin desteklenmesi.

7.    “Terra Madre” projesinin ve yemek cemiyetlerinin ortak eşleştirme ile desteklenmesi

26 Eylül 2012 Çarşamba

"Bozcaada Nasıl Kurtulur"? ya da "Kentsel Yaşam Kalitesi"

Bozcaada'nın kentsel gelişimi binlerce yıl öncesine dayanır.  
Bu çok özel coğrafya ve çok özel Ada tarihinde bir çok badireler atlattı.
Şu anda da bir badire ile karşı karşıya...
Onu atlatabilmesi yaşayanlarının bu konudaki çabaları ve seçimlerine bağlı.
Çabaları ve seçimlerinde aklı ve bilimi ne denli temel alırlarsa Ada o denli bu badireyi de hasarsız atlatacaktır. Bu nedenle ada ile ilgili her türlü akıl ve bilimsel çaba çok değerlidir.

Sevgili Çiğdem Ayhan Kaptan'a bu nedenle teşekkür etmek gerekir. Adanın korunması ve gelişimine temel oluşturacak çok önemli çalışması sonrasında da öğrencilerini Ada ile ilgili bilimsel çalışma yapmaya teşvik ettiği için.

Ele aldığı konu yine Ada'nın gelişmesinde çok önemli bir kaldıraç oluşturabilecek ve sıçrama yaratabilecek niteliktedir: Yavaş Şehir. Sonuçlarını şimdiden merakla bekliyoruz.

Çok iyi bilmediğim bir yaklaşım olan Yavaş Şehir ile ilgili yaptığım küçük bir araştırmada karşılaştığım bir makaleyi sizlerle de paylaşmak istedim. Yavaş Şehir hareketinin arkasında yatan felsefe ve uygulamaları çok güzel özetleyen bir makale: Süleyman Demirel Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim üyesi Erkan Polat'ın  (Yrd. Doç. Dr.) makelesi. 

Birlikte okuyalım: 

KENTSEL YAŞAM KALİTESİ

Ağır Ağır Çıkacaksın Bu Merdivenlerden: Yavaş Kent Hareketi (Cittaslow)


Erkan Polat, Yrd. Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

Modernitenin asli niteliklerinden birisi hıza olan ilgisi ve takıntısıdır. Her yeni teknolojik yenilik yaşamda hızın baskısını artırıyor: Hızlı çalışıyor, hızlı yolculuk yapıyor, hızlı yiyor, hızlı pişiriyor, hızlı karar veriyoruz. Bu yaşamsal hızın ivmesini azaltanlar, İtalya’dan. 1999’da temelleri atılan, bugün 134 üyesi olan bir hareketin adı “Yavaş / Sakin Kent”: Cittaslow. Türkiye’nin birliğe üye olan tek Yavaş Kenti Seferihisar. Akyaka ise Yavaş Kent olma yolunda.

Küresel süreçler yerel ölçekteki her türden yaşamı etkilemektedir, özellikle yer temelli farklılıklar ve özgünlükler belirgin biçimde kaybolma eğilimi göstermektedir. Zorla dayatılmaya çalışılan bir çeşit tektürselleştirme / homojenizasyon politikasıyla sadece yerel olan değil, ülkeler ve kıtalar arasındaki tüketim örüntüleri de giderek farklılaşmaktadır. Bu farklılaşmaya son dönemlerde ortaya çıkan yeni bir uluslararası maddeci kültür de eklemlenerek, küresel tüketim örüntülerinden beslenmektedir. Sadece mekânsal değil kamusal sosyal yaşamın da giderek zayıflamasına yol açan bu süreçler, gündelik yaşamın parçalanmasına ve hızlanmasına yol açmıştır. (1)

Bu olumsuz ve karanlık yüzüyle yaşama, mekâna ve zamana giren “hız”, geçmişteki izleri taşıyan ve anlatan zamanın ruhunu (zeitgeist) ve mekânın ruhunu (genius loci) zedelemeye başlamıştır. Günümüzün gerçekliğinde, Kundera’ya göre “Hız unutturur” ya da “İnsanlar hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırlar.” (2) Bu hızlı dünya, kapitalizmin bir çıktısı olarak, insanları ve mekânları doğrudan etkilemektedir. Heidegger’e göre, artık “mekânın otantikliği” yıkıma uğramıştır; kentsel mekânlar artık sıradanlaşan ve “yersizleşen” bir süreçte kalitelerini ve kimliklerini de yitirmektedir. (3)

Bu karmaşık ve yitik ortamda, “yerin kültürü”nü yeniden keşfetmede, kalitelerini ve kimliklerini ortaya çıkarmada, adının tersine, insanlara farklı bir dürtü örneği ya da harekete geçirici olarak “Yavaş ya da Sakin Kent” (Cittaslow) hareketi ortaya çıkmıştır. Küresel yeni ekonomik mantıktaki ve yeni sosyal ve mekânsal yapıdaki bu farklılaşma karşısında duran ve yerel ölçekte bir “yavaş” sürdürülebilir gelişme önderi olan Yavaş Kent Hareketi, hem bir kentsel sosyal hareket, hem de bir yerel yönetişim modelidir. (4)

Hızlı Olanın Yavaşa Zorunlu Dönüşümü: Yavaş Yaşa, İyi Yaşa!
İleri sürüyoruz ki, dünyanın görkemi yeni bir güzellik tarafından yücelmiştir: Hızın güzelliği.

Fütürist Manifesto, 1909

20. yüzyıl başlarında İtalyan fütüristler “zaman ve mekân dün öldü, şimdi mutlak olanda yaşıyoruz; çünkü biz ölümsüz ve her zaman her yerde olanı (omnipresent) yarattık” derken (5), aslında endüstri devriminin hızına övgü düzüyorlardı. Modernite ve postmodernitenin çoğu kuramcısı, modernitenin bir gereği olarak bu düşüncenin karşısında yer alırken, moderniteyi “hızlanmanın tarihi” ya da “zaman-mekân sıkışması” (6) olarak karakterize ediyorlardı Sanki, bir teknolojik determinizm / gerekircilik, hızlanmayı ve çözünmeyi aynı potada eritiyordu. Bu teknoloji artık “daima” mevcuttu ama aslında günümüzde hızlı değil “kaliteli zaman” aranıyordu. (7)

Modernitenin asıl özelliklerinden birisi de, gerçekten hıza olan ilgisi ve takıntısıdır. 14. yüzyılda saat kulelerinin kent meydanına dikilmeye başlamasıyla kente giren hız olgusu, 19. yüzyıla kadar “zamanla birlikte yaşamak”ı bir yaşam biçimine dönüştürdü. Daha sonra, endüstriyel kapitalizm hızdan beslendi ve onu destekledi. Her yeni teknolojik inovasyon (demiryolu, uçak, araba, mobil telefon, internet, hatta mikrodalga) ile birlikte hızın baskısı daha da artmıştır. Küre üzerinde, insanlar artık daha hızlı çalışıyor, yolculuk yapıyor, yiyor, pişiriyor ve karar veriyor. Para metası bile daha hızlı hareket etmektedir. İnsanlığın başlangıcından endüstri devrimine dek, dünya ekonomisi bile o kadar hızlandı ki, bugün 2 trilyon Dolardan fazla bir para gün içerisinde dünyayla birlikte yer değiştirmektedir.

Hızın olumsuz getirileri de insanoğlu içindir: Stres, hipertansiyon, uykusuzluk, migren, astım ve mide rahatsızlıkları gibi. Sadece kapitalist süreçlerin bir sonucu olarak değil, doğadan kopma, kentlerin baskınlığı, kentsel yaşamın cazibesi ve kentleşmenin de bir sonucu olarak da bu konuyu tartışmak gereklidir. Modern dünyanın ruhsuzluğuna bir tür “anestezi verme” arzusu bile Kundera’nın dediği gibi, “Çağımız unutma arzusuyla dolu ve bu öyle bir arzu ki, hız şeytanını durdurmuyor”. (8)

İnsanoğlu, artık vitesi düşürme zamanının geldiğini ve nefes nefese bu hızlı koşuda soluklanmasının gerekli olduğunu ne kadar kulak arkası yapsa da, bir yerlerde bunun farkına varanlar vardır; üstelik sayıları da oldukça fazladır. Bu karmaşaya ve uzun soluklu engelli koşuya son verip, yaşamsal hızın ivmesini azaltanlar, İtalya’dan. 1999’da temelleri atılan, bugün tam 134 üyesi olan bir hareketle bu frenlemeyi yapıyorlar: “Cittaslow”. (9) Kelime İtalyancada “kent” anlamına gelen “citta” ve İngilizcede “yavaş” anlamına gelen “slow” kelimelerinden türetilmiş, İtalyancada karakterize edildiği gibi “citta lente” ya da İngilizce karşılığıyla “slow city” ve dilimizdeki karşılığıyla da “yavaş ya da sakin kent”.

Aslında bu hareketin temelleri 1986’da, yine İtalya’da ortaya çıkan bir başka girişime, “fast food”a pastiş yapan ismiyle “slow food” yani “yavaş yemek” felsefesine dayanmakta: Roma'daki ünlü, tarihî ve mimari bir değer olan İspanyol Merdivenleri’nin hemen yanı başına McDonald’s açılır, İtalyan gazeteci ve eylem adamı Carlos Petrini'ye göre, böyle bir tarih ve mimari beşiğin ortasına bu tür bir şey yapılamaz. Buradan hareketle, tüm dünyayı saran fast food dalgasına karşı savaşmak için aynı yıl bir eko-gastronomi grubu kurar ve Yavaş Yemek Hareketi’ni başlatır.

Petrini’ye göre, “İnsanların mideleri hızla dolarken, ruhları yavaş yavaş boşalmaktadır”. (10) Petrini aslında, insanın nefesini kesen, rahat ve keyfine vararak bir yemek yedirtmeyen, adeta lokmalarını boğazına dizen bir dünyaya isyanın adı olarak da görülmektedir. (11) Romalıların geleneksel bir yemek sırası vardır, “ab ovo usque ad mala” derler, yani baştan sona anlamında “yumurtadan elmalara”. Damarlarındaki Roma kanından da gelen bir gelenekle, bu yavaşlığın, sırasıyla ve tadına varmanın aslında hep var olduğunu düşündürmektedir.

Petrini'nin başlattığı Yavaş Yemek Hareketi adının tersine oldukça hızlı biçimde dünyaya yayılmıştır. Bugün 132 ülkeden 100 binin üzerinde üyesi var (12), hem de McDonald’s’ın anavatanı olan Amerika'dan bile. Hareket üç ana eylem alanından oluşuyor (13): Gastronomik geleneklerin ve biyolojik çeşitliliğin korunması; küçük ölçekli üreticiler ile tüketiciler arasında bir ağ inşasının tanıtımı; tüketicinin yiyecek, lezzet, gıda ve çevre bilgisinin artırılması.

Bu hareket, postmodern bir tüketim karşıtı olarak, çağdaş yaşam kalitesini artıran, hatta yiyeceğin tüketimine bir kültür, kimlik ve estetik konusu olarak bakan bir çaba olarak da değerlendirilebilir.

“Carpe Diem” Anı Yaşa, Günü Yakala: Cittaslow


Kökenlerini Yavaş Yemek Hareketi’nden alan cittaslow, yemekle ilgili kültürel ve ekolojik konularda çalışan bir sosyal hareket (14) olarak değerlendirilse bile, aslında daha çok küresel bağlamda yerel özgünlüklere vurgu yapan ve yerel bağlamda da yaşam kalitesini artıran bir harekettir. Bu küresel bağlam, bir yeniden eylemsel-alansallaştırma (re-territorialization) süreci olarak kavramsallaşmaktadır ve “yerelliğin sınırlarının aşılması” olarak da betimlenebilmektedir. (15) Yerel yönetimler açısından küresel bir model oluşturmayı ve yaygınlaştırmayı amaçlayan hareket, Yavaş Yemek Hareketi ile birlikte düşünüldüğünde, aslında kışkırtıcı “yavaş bir yaşam”ı (slow living) önermektedir. Kentsellik bakımından da yavaş gelişme ya da “gelişmeme” anlamı taşıyabilmektedir. Yavaş yaşamayı, Latince bir deyiş olan “festina lente” yani “yavaş telaş” özetlemektedir. Bu hareket, günümüzde anlamlı, sürdürülebilir, özenli ve tatmin edici bir yoldaki yaşam deneyimi olarak ya da sürdürülebilir yerel ekonomik bir “alternatif kentsel gelişme” olarak da yorumlamaktadır. (16) Böylece, yaşam kalitesi ve kültürel yaklaşımlardan sızarak, mimariye ve kentsel tasarıma hatta kent planlamasına bir etkide bulunmaktadır. Hatta alternatif kentsel “duyu mekânları”nın oluşmasına da katkıda bulunmaktadır. (17)

1999 yılında İtalya'daki Orvieto kasabasında, belediye başkanı ve hareketin ilk başkanı olan Stefano Cimicchi başkanlığında yapılan toplantıda, aynı rotada seyreden 30 kadar kentin belediyeleri bu hareketi bir adım daha ileriye, kent yaşamının her alanına taşımaya karar vermişlerdir. Orvieto, Positano, Chiavenna ve Bra kentlerinin belediyeleri bir birlik oluşturarak işe başlamışlar. Başkan Cimicchi “Amacımız, yaşanır kentler yaratmak" diyor, "Tıpkı yazar Italo Calvino ve mimar Renzo Piano gibi, bir ütopya kenti kavramı üzerinde çalışıyoruz". (18)

“Cittaslow” ve “Slow Food” hareketlerinin “tatlı hayatın (la dolce vita) anavatanı” İtalya'da doğması, pek şaşırtıcı bir durum değil belki, ama hareketin yayılma hızına bakılınca anlaşılıyor ki, dünyanın her yerinde hızlı yaşamdan muzdarip kentler ve insanları yavaşlamak için aslında can atmaktadır. İtalya'da dört küçük kentin belediyesiyle başlayan hareket bugün dünya çapında 20 ülkede 134 kentin üyeliğiyle gittikçe büyümektedir. Üstelik birliğin üyesi bizden de bir kent var: Seferihisar. Birliğin logosu sevimli, turuncu bir salyangoz ve sırtında tarihî ve modern binalardan oluşan bir desen taşıyor. 

İşin özünde salyangoz gibi “yavaş yaşamak” var. Çevreyi kirletmeden, kendi kendine yeterek, kendine özgü olanı koruyarak, tarihsel ve kültürel olanı bozmadan, eskiyi yeniyle değiştirmeden, hızla tüketmeden ve çağdaş problemlere bir tepki olarak. Bu salyangozu alabilmek, özel ve kamusal alanda kullanma hakkına sahip olmak kolay değildir: Turuncu salyangoza sahip olmak demek, onun gibi sırtınıza yaşamsal ve kentsel yükler aldınız anlamına da gelir.

Yavaş Kent Hareketi’nin temelinde yatan felsefeye göre iyi yaşam, insanların kendi yerelinde ve kentlerinde kolay ve hoş bir hayat sürmelerini temel almaktadır. Küçük kentlerin geleneksel yapılarını, belirlenen sıkı kuralları dikkatle uygulayarak korumaları gerektiğini savunan hareket, aynı zamanda, arabalar kent merkezlerinden çıkarılmalı (car-free), insanlar sadece yerel ürünlerini tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalı, şartlarını getirmektedir. Dolayısıyla da, bu küçük kentlerde AVM ya da fastfood dükkânı aramanın bir anlamı da yoktur. Ekoloji ve sürdürülebilirlik açısından, bilimin son buluşlarından da yararlanarak, geçmişten kalma “korumaya dair ne varsa” kentsel, mimari, doğal, tarihsel ve kültürel öğeleri korumaya çalışıyorlar. Eğer kentin bu amacına yardımcı olacaksa, modern teknolojiye bile izin verilmektedir; örneğin Orvieto'da sadece yayaların geçişine izin veren elektronik kapılar kullanılması, Pisa'da parkmetrenin süresinin dolduğunun tespit edilmesiyle, bir dakika ya da tüm gün de olsa, park cezası kesilmesi gibi.

Böylece, bir ana ilke olarak “geçmişin yararlı ve özgün bilgilerini ararken, şimdiki zamanın ve geleceğin en iyi olanaklarından da yararlanmak” yaklaşımı, teknolojik fırsatları, iletişim, ulaşım, üretim ve satıştaki modern olanakları da beraberinde getirmektedir. Böylece, yavaş bir kentte yaşamak veya onu yönetmek, günün moda eğilimlerinin peşinden koşmak yerine kendine has sıradan bir yaşam şekli anlamına gelmektedir.

Bu Yolda Hız Yapmak Yasaktır!

Kentteki yaşam kalitesini yükseltirken kentin kendini gözeterek farklı gelişim yöntemleri uygulanması Yavaş Kent fikrinin temelini oluşturuyor. “Bizim kentimiz de yavaş” diyebilmekse, öyle kolay görünmemektedir. Harekete katılabilmek için tabii ki sadece hıza karşı olmak yetmemektedir. Birlik, harekete katılabilecek kentleri kendi belirlemektedir; bu amaçla geliştirdiği ve üye olacak kentlerin uyması ve anlaması gereken genel kuralların belirtildiği bir manifestosu, imzalanması gereken bir ayrıntılı tüzükle beraber bir kurum sözleşmesi, üye kentler listesi ve bir yıllık toplantı programı bulunmaktadır. Bu hareketin en önemli etkenlerinden biri de, kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye hız kazandırıyor olmasıdır. İtalya'nın Yavaş Kent yöneticileri yılda bir kez buluşarak, notlarını karşılaştırmakta ve yeni girişimler üzerinde düşünce geliştirmektedirler. (19) 

Günlük yaşamda kaliteyi yüksekte tutmak için ön koşullardan biri de nüfus olup, kentler için üyeliğin ilk şartı, 50 binden az nüfuslu olmaktır. Birliğe kabul edilen kentlerde gerekli koşulların bazıları, kentin kültürel mirası içinde halihazırda bulunurken, yapılması gereken diğer değişiklikler için birliğin tecrübeli üye kentlerinde yapılan uygulamalardan ilham almak mümkün olmaktadır; örneğin geri dönüşüm, okul sonrası eğitim projeleri, yerel ürünlerin ortaya çıkarılması ve turistlerin gerçek bir yerel deneyim yaşayabilmeleri için gerekli şekilde bilgilendirmek gibi. (20)

Kasım 1999'da Orvieto'da hazırlanan sözleşmeye göre Yavaş Kentler'in şu şartları sağlaması gerekmektedir (21):

Çevresel Politikalar
Altyapı Politikaları
Kentsel Kalite için Teknolojiler ve Tesisler
Yerel Üretimi Korumak
Misafirperverlik
Farkındalık
Yavaş Yemek Faaliyetlerine ve Projelerine Destek

Örneğin, Bra'da da diğer Yavaş Kentlerde olduğu gibi tarihî kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasak olup, elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline gelmiştir. Okullarda çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis edilmektedir. Fazla çalışmanın zararlarından korunmak amacıyla, Bra'daki bütün küçük marketler perşembe ve pazar günleri kapatılmakta ve insanlar bürokratik işlerini, cumartesi sabahı açılan belediyede acele etmeden görebilmektedirler. (22)

Bir Yavaş Kent de Bizden: Seferihisar

Farklı zamanların ve mekânların iç içe olduğu, tarihsel, kültürel, doğal, mimari ve kentsel zenginliklerin oldukça fazla ve özgün olduğu ülkemizde sadece, Yavaş Kentin öncüsü ve üyesi olarak İzmir’in yavaş kenti Seferihisar bulunmaktadır. Tüm diğer kentler gözönüne alındığında, neden bu kadar az sayıda (bir tane) kentle temsil edildiğimiz sorusu öncelik kazanmaktadır. Yine de, Seferihisar önemli bir adım atarak turuncu salyangozu alma başarısını göstermiştir. 2009’da aldığı turuncu salyangozla (Resim 3) oldukça yeni bir yavaş kent olarak, aslında hızlı sayılabilecek bir kabuk değişimi de göstermiştir. 

1884’te kurulan, 35 bin nüfuslu, bu nüfusunun % 80’i tarımdan geçinen, doğal ve kültürel zenginliğin birarada olduğu, sit alanları ve mandalina bahçeleriyle sınırlı ilçede, kent sakinleri yavaş yaşamaya çoktan alışmış, gürültü kirliliğini ve hızlı trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkân ve lokantaları desteklemek gibi birçok konuda “uzun ince” bir yol almışlardır.

Bugün, birçok etkinliğe imza atan, salyangoz otobüsü ile sağlık hizmeti veren, “1. Uluslararası İyi ve Yavaş Yaşama Günü: Yavaş Pazar”ı kutlayan, gönüllüleri olan, birçok toplantı düzenleyen, adının tersine hızlı çalışan bir kente dönüşmüştür. Çeşitli şarkıcıların ve yönetmenlerin desteklediği, konserler verdiği, bisiklet turları düzenleyen, sivil toplum örgütleri, çeşitli kurum ve kuruluşlar, üniversiteler ile işbirliği geliştiren bir kent olarak, yavaş kent hareketinin etkileri kolayca okunabilmektedir. Özellikle, 2010 yaz aylarında birçok çalışma grubu belirlenerek, çeşitli toplantılar yapılarak, yavaş kent sözleşmesinin gerekleri de ayrıntılı olarak yerine getirilmektedir. (23)

Kent estetiği, kültürü ve tarihî yapı, turizm ve misafirperverlik, çevre, inceleme ve tanıtma, tarım ve hayvancılık, yerel ürün ve lezzetler ile sosyal faaliyetler başlıkları altında oldukça ayrıntılı olarak değerlendirmeler yaparak, Seferihisar’ın Yavaş Kent olarak kalmasını sağlayacak olan temeli güçlendirmekteler. Bu açılardan, Seferihisar’ın oldukça başarılı ve iyi bir yavaş kent örneği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonuç Yerine

Yavaş Kent Hareketi, adına yakışır bir hızla ama emin adımlarla geliyor. Bu hızla giderse kısa süre içerisinde ülkemiz kentlerinin çoğunun da yavaş olması gerektiğini sonunda görmek ve yavaşlamalarını sağlamak gerekecektir. Ekonomik dinamikler açısından Yavaş Kent Hareketi’nden fazla yararlanılamasa, henüz satışı ya da pazarlaması yapılacak bir meta olarak görülmese de (ileride bu tehlike de var), tarihsel, doğal, kültürel, mimari ve kentsel açılardan bu hareketten yararlanmak olası görünmektedir. Sürdürülebilir yerel gelişme için bir rol model olan hareketle, yavaş yaşam olanakları sunan, doğasını ve kültürünü korumuş, sosyal değerlerinde aşınma olmamış bu kentler yeni kültür, turizm, rekreasyon ve gastronomi odakları olarak, yeni bakış açıları ve alternatifler getirecektir. Her şeyden öte, belki de en önemlisi, insanoğlunun gündelik hızını yavaşlatacak bir olgu olarak var olması bile, başlı başına önemlidir.

Yavaş Kent Hareketi’nin ilk bildirgesindeki “Küreselleşmenin tek tip insan oluşturmaya doğru gittiği ve sonunda sıradanlığın hâkim olacağı bir düzenin yaratılacağı” endişelerinin giderilmesi, yerel değerlere sahip çıkılması, bu değerlerin korunması ve geliştirilmesi amacıyla ortaya çıkan hareket, aynı zamanda, çevre politikaları, altyapı, kentin dokusunun korunan kalitesi, yerel üretim ve ürünlerin desteklenmesi, konukseverlik gibi ölçütlerle aslında yeni bir kalite, kültür, yönetişim ve yaşam biçimi getirmektedir. Yavaş Kent, küçük ölçekli kentler arasında hızla yayılan, yerellikleri uzaklara taşıyan, birçok yeni yavaşlık versiyonları da geliştiren başarılı bir buluş. Bu yapısıyla kentsel mekânı da akıcı kılan, yavaşlık mekânları yaratan bir model. Sadece mekânları değil, içindeki öğeleri, olguları, tatları ve yaşamı da yavaşlatmaktadır.

Bu eksende, ülkemiz için bir Yavaş Kente sahip olmak anlamında Seferihisar önemli bir adımdır. Bu konudaki birikimlerini ve heyecanını potansiyel Yavaş Kent adaylarıyla paylaşması bu hareketin tüm olanaklarını ülkemiz kentlerine de yayacak ve kazandıracaktır. Aynı zamanda sürdürülebilir bir yerel kalkınma modeli olması sosyal, ekonomik, kültürel, mekânsal, ekolojik vb. yönlerden kentselliğe ve yaşam kalitesine katkıda bulunacaktır. Ülkemizden daha birçok Yavaş Kent çıkması yolunda, sadece küçük kentler için değil büyük kentler için de Seferihisar çok iyi bir örnektir.

NOTLAR
1. Virilio, 1991.
2. Kundera, 2010.
3. Heidegger, 1971.
4. Mayer ve Knox, 2006.
5. Apollonio, 1973, s.22.
6. Harvey, 1989.
7. Shaw, 2001.
8. Kundera, 2010.
9. Cittaslow List, 2010.
10. Petrini, 2003.
11. Parkins ve Craig, 2006.
12. Slow Food Web Sayfası, 2010.
13. Parkins ve Craig, 2006; Petrini, 2003.
14. Miele, 2008; Parkins ve Craig, 2006.
15. Castells, 2002, s.396.
16. Parkins ve Craig, 2006, s.ix; Mayer ve Knox, 2006, s.324; Miele, 2008.
17. Knox, 2005; Mayer ve Knox, 2006; Pink, 2007.
18. Orth, 2007.
19. Cittaslow Charter, 2010; Cittaslow Web Sayfası, 2010; Mayer ve Knox, 2006; Parkins ve Craig, 2006.
20. Cittaslow Web Sayfası, 2010.
21. “Cittaslow International” Charter, 2010, s. 21.
22. Cittaslow Web Sayfası, 2010.
23. Cittaslowseferihisar Web Sayfası, 2010.
KAYNAKLAR
2010, “Cittaslow International” Charter, Cittaslow Headquarters, Orvieto.
2010, Cittaslow List 2010, Cittaslow Headquarters, Orvieto.
Apollonio, U. (ed.) 1973, Futurist Manifestos, Thames and Hudson, Londra.
Castells, M. 2002 [2000], “Urban Sociology in the Twentyfirst Century”, The Castells Reader on Cities and Social Theory, Blackwell, Oxford.
Harvey, D. 1989, The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Change, Blackwell, Oxford.
Heidegger, M. 1971, On the Way to Language, Harper & Row, New York.
Knox, P. 2005, “Creating Ordinary Places: Slow Cities in a Fast World”, Journal of Urban Design, sayı:10 (1), ss.1-11.
Kundera, M. 2010, Yavaşlık, (çev.) Ö. İnce, Can Yayınları, İstanbul.
Mayer, H. ve P. Knox, 2006, “Slow Cities: Sustainable Places in a Fast World”,Journal of Urban Affairs, sayı:28 (4), ss.321-334.
Miele, M. 2008, “Cittaslow: Producing Slowness Against the Fast Life”, Space and Polity, sayı:12(1), ss.135-156.
Orth, S. 2007, “Slow Cities, Taking Life Easy in Urban Italy”, Spiegel Online International, www.spiegel.de (Eylül 2010)
Parkins, W. ve G. Craig, 2006, Slow Living, Berg, Oxford.
Petrini, C. 2003, Slow Food, The Case for Taste, Columbia University Press, New York.
Pink, S. 2007, “Sensing Cittaslow: Slow Living and the Constitution of the Sensory City”, The Senses and Society, sayı:2(1), ss.59-77.
Shaw, J. 2001, ““Winning Territory” Changing Place to Change Pace”,Timespace: Geographies of Temporality, Routledge, New York, Londra.
Virilio, P. 1991, Lost Dimension, Semiotext[e], New York.
www.cittaslow.net (Eylül 2010)
www.cittaslowseferihisar.org (Eylül 2010)
www.slowfood.com (Eylül 2010)


Not: Birisi Gökçeada olmak üzere, şu anda ülkemizde beş (5) yavaş şehir bulunmaktadır.