Deneme-Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme-Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2016 Pazar

Aptalı Tanımak



“Aptallık alışmış kabullerimizin aksine son derece tehlikeli bir durumdur.” Uzun yıllar aptallığın doğası üzerinde çalışan İtalyan asıllı tarihçi ve ekonomist Carlo Maria Cipolla bu sonuca vararak tüm toplum/toplulukar için geçerli olan beş evrensel ilke tanımlamıştır:

Birinci İlke: İnsanlar etraflarındaki aptalların sayısını her zaman hafife alırlar :

İlk bakışta bu yasa sıradan ve şımarıkça gibi gelse de yaşamın kendisi onu doğrulamaktadır. İnsan etrafındaki kimseleri ne denli iyi değerlendirirse değerlendirsin, şu durumlarla karşılaşmaktan kaçınamamaktadır:

- Her zaman aklı başında ve akıllı görünen birisi son derece aptalca işler yapabiliyor
-Aptallar her zaman en beklenmedik yer, zaman ve durumlarda ortaya çıkarak önemli planları bozabiliyorlar.

İkinci İlke: İnsanın aptal olma olasılığı diğer niteliklerinden bağımsızdır:

“Uzun yıllık gözlem ve deneyimlerim bana insanların aynı olmadığını gösterdi- bazıları aptal, diğerleri ise değiller. Bu durum kültürden değil insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Aptallık, insanın sarışın olması ya da 0 kan grubuna sahip olmasına benzemektedir. Böyle dünyaya gelmektedir. Eğitimin toplumdaki belli miktardaki aptalı ıslah etmesi olası değildir. Beş farklı gönüllüler grubuyla – öğrenci, memur, hizmetli, yönetici ve öğretim görevlileriyle üniversitede yaptığım çok sayıdaki deneylerin tümü bu savı desteklemektedir.
Düşük beceri seviyesine sahip olanları analiz ederken bu gruptaki aptalların oranı beklediğimden daha yüksek çıktı (birinci yasaya kanıt). Bunu sosyal faktörlere bağladım: yoksulluk, eğitimsizlik ve imkan kısıtlılığı… Ancak aynı oranları sosyal basamaklar yükseldikçe de tespit ettim – “beyaz yakalılar” ve üniversite öğrencileri. Asıl çarpıcı olan bu oranları mesleki yetkinliğe sahip topluluklarda da gözlemem oldu – küçük bir taşra üniversitesi ile büyük ve prestij sahibi üniversiteler arasında pek fark yoktu.
O kadar şaşırmıştım ki dünyanın sosyal elitini – Nobel ödülü sahipleri ile de deneyi tekrarlamaya karar verdim. Sonuçlar doğanın süper gücünü kanıtlar nitelikteydi: Aynı aptallar oranı ödül sahipleri arasında da vardı.
İkinci yasanın içeriğini kabullenmek çok zor olsa da çok sayıdaki deney doğruluğunun demir kadar sağlam olduğunu kanıtlamaktadır. Sonuçlar gerçekten ürkütücü: Üst düzey bir toplulukta da olsanız, hayatınızın birkaç yılını ilkel aborjinler arasında da geçirmeye karar verseniz her zaman ve her yerde beklentilerinizin üzerinde sayıda aptalla karşı karşıya kalacaksınız…””

Üçüncü İlke: Aptal, davranış ve hareketleri, başka bir insan ya da bir grup insana zarar ve kayıplar verdiren insandır. Bunun yanında aynı davranış ve hareketleri kendisine bir yarar sağlamadığı gibi genellikle bunlardan kendisi de zarar görmektedir. 

Üçüncü yasa tüm insanların dört gruba ayrıldığını varsaymaktadır: Akıllılar (A), cahiller (C), haydutlar (H) ve aptallar (B).
Peter kendisine zarar veren ancak John’a fayda sağlayan bir şey yaparsa, Peter C kategorisindedir. Peter hem kendisine hem de John’a fayda sağlayan bir davranışta bulunursa, A kategorisindedir. Peter kendisine fayda ama John’a zarar veren bir davranışta bulunursa bulunduğu kategori H olacaktır. Üç kategorinin de olumsuz alanlarında yer aldığında Peter B kategorisinde yer alır.
Formal ya da informal yetkilere sahip aptalların çevrelerine ne tür yıkıcı zararlar verebileceklerini kestirebilmek bazen zor olabilir. Ancak bir aptalı tehlikeli yapan asıl şeyin ne olduğu sorusu, üzerinde düşünmeye değer.
İlk olarak aptalların tehlikeli olmalarının kaynağı, aklı başında olanların, onların akıldışı davranışlarının mantığını kavrayamama ve kabullenememelerindedir. Akıllı bir insan haydut’un davranışının mantığını anlayabilir çünkü bu davranış son derece rasyoneldir- haydut daha fazla şeye sahip olmak ister ama bunlara sahip olabilecek akla sahip değildir. Bu anlamda haydut öngörülebilirdir, ona karşı önlemler alınabilir.
Aptalın davranışları ise öngörülemezdir. Nedensiz, amaçsız, plansız zarar verebilir ve bunu en beklenmedik yer ve zamanda yapabilir. Akıllı insan, aptalın ne zaman nasıl vuracağını tahmin etme becerisine sahip değildir. Bu nedenle aptalın darbesi genellikle şaşırtıcı bir sürpriz olur. Rasyonel bir yapısı olmadığı için de önlem alma şansı bulunmamaktadır. Shiller’in ünlü sözü, böyle durumlar için söylenmiştir sanki : “Aptallığın karşısında tanrılar bile güçsüzdür”.

Dördüncü İlke: Aptal olmayanlar her zaman aptalların yıkıcı potansiyelini küçümserler:

Aptal olmayanlar neredeyse sürekli bir şeyi unuturlar: her yerde, her zaman ve her koşulda aptallarla işlerinin olması demek, gelecekte maliyeti yüksek hata yapma olasılığının yüksek olması demektir. Kategori C deki cahiller (üçüncü yasaya bakınız) genellikler aptallardan gelecek tehlikelerin farkında değillerdir ki bu anlaşılır bir durumdur. Garip olan, aptalların taşıdığı tehlikelerinin akıllılar ve haydutlar tarafından fark edilmemesidir. Aptalın yanında bunlar gevşemekte, savunma mekanizmaları zayıflamakta ve aptalın verebileceği kestirilemez zararlara karşı önlem almak üzere harekete geçmek yerine entelektüel üstünlüklerinin tadını çıkarmaktadırlar.
Aptalın sadece kendisine zarar verdiği inanışı yaygındır. Hayır. Aptalları güçsüz cahillerle karıştırmayın. Kendi yararınıza kullanabileceğiniz düşüncesiyle aptallarla asla işbirliği yapmayın. Bunu yapmanız, aptallığın doğasını anlamamanızdandır. Aptala kendi elinizle coşması ve geri dönülemez zararlar vermesi için alan yaratmış olursunuz.

Beşinci İlke: Aptal en tehlikeli insan türüdür: 

Aptal hayduttan daha tehlikelidir. Haydutun hareketlerinin sonucu arzu edilen şeylerin el değiştirmesidir. Bütün olarak toplumun/topluluğun bu sonuçtan çok etkilendiğini söylemek zor. Eğer toplumda/toplulukta bunların sayısı fazla ise, sadece sessizce çürümekte ama büyük yıkımlar olmamaktadır.

Ancak sahneye aptallar çıktığında resim tamamen değişmektedir. Hiç kimseye yararı olmayan büyük zararlara imza atarlar…

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Carlo Maria Cipolla, (1922-2000) ekonomi tarihi konusundaki çalışmalarıyla ünlenmiş İtalyan iktisatçısıdır. Ama asıl ününü ekonomi ve sosyal alanda yazmış olduğu mizah denemeleriyle kazanmıştır.

Cipolla, İtalya’daki iktisat eğitiminden sonra Sorbonne ve Londra İktisat okulunda eğitimine devam etmiştir. ABD’de ve dünyanın birçok ülkesinde ekonomi dersleri vermiştir.

Birleşik Krallık Tarih Topluluğu ve Akademisi üyesi, İtalyan Akademi üyesi, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi ve Amerikan Felsefe Topluluğu üyesidir. İktisat tarihine katkıları birçok kez önemli uluslararası ödüllerle takdir edilmiştir.

En bilinen eseri, bir denemeler derlemesi olan Allegro ma non troppo ("Mutlu ama o kadar da değil").

Derlemedeki birinci deneme, 1976 yılında yazılan “İnsan Aptallığının İlkeleri”dir.
Bu denemede aptallığın çelişkili doğası incelenmektedir. Aptalların oluşturduğu grubu Cipolla, herhangi bir mafyatik ya da ekonomik çıkar grubundan çok daha güçlü bir grup olarak nitelendirmektedir. Cipolla’ya göre kuralların olmaması ya da işlememesi ve liderliğin olmaması durumlarında bu grup kendi arasında inanılmaz bir koordinasyon sağlamakta ve etkili olmaktadır.  

Cipolla, insanları kendilerine/başkalarına sağladıkları yarar/zarara göre dörde ayırmaktadır: Akıllılar: Kendilerine ve başkalarına yarar sağlarlar. Haydutlar: Kendilerine yarar, başkalarına zarar sağlarlar. Salaklar: Başkalarına yarar kendilerine zarar sağlarlar. Aptallar: Hem kendilerine hem de başkalarına zarar verirler.

Cipolla’ya göre aptallığın 5 temel ilkesi şunlardır:

1. Her zaman ve kaçınılmaz olarak her birimiz çevremizde bulunan aptalların sayısını küçümsemekte; doğru kestirememektedir.
2. Birisinin aptal olma olasılığı başka hiçbir özelliği ile ilişkili değildir. (Soy, sop, eğitim düzeyi v.b.)
3. Aptal, başkalarına zarar verdiği gibi, kendisine de doğrudan ya da dolaylı olarak zarar verir ve en kötüsü de bunun farkında bile olmaz.
4. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar verme potansiyellerini küçümserler; aptallarla iletişimin ve iş yapmanın zorunlu olarak zamandan, mekândan koşullardan bağımsız olarak kendilerine çok pahalıya mal olduğunu unuturlar.

5. Cipolla’ya göre aptal, mevcut olanlar arasında en tehlikeli insan tipidir.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

İşin Esası Kriterdir…



Her zaman, sıklıkla, bazen herkes bir seçimle karşı karşıyadır.

Seçeneklerin sayısı genellikle çok fazla değildir: Evet ya da Hayır; İleri ya da Geri; Sağa ya da Sola’dır.  

Bu tür seçimler karşısında kalırız çoğunlukla.

Seçimimizi yaparken ihtiyaç duyduğumuz şey sadece birkaç kriterdir.

Örnek birkaç kriter şunlar olabilir:

1. Bu seçenek, dürüstçe bir seçenek midir?

Öncelikle kendimize karşı… Bunu seçersem (evet, ya da hayır dersem) kendime ihanet etmiş olur muyum?

Bu kritere sahip olan kişiler hiçbir zaman taviz vermezler. Hatta tavizin ne olduğunu bilmezler; onu anlayacak bir deneyimleri olmamıştır.

2. Bu seçenek adil midir?

Sadece kendimiz için değil, geri kalan herkes için de? Basit insan kazandığında, diğer herkesin kaybedeceği biçimde kazanmaktadır.  Adil ve bilge bir insan kaybettiğinde bile diğer herkesin kazanacağı biçimde kaybetmektedir…

3. Bu seçenek şık (zarif) midir?

En önemli kriter budur.  Açan ama kısa ömürlü olan kiraz çiçeği zariftir. Gökkuşağı zariftir.  En çok çalışılan dans zariftir.  İlk iki kritere uygun olan ve bir tutam da süzülmüşlük içeren her şey şık ve zariftir.

Sorun hiçbir zaman seçimin kendisi değildir.


Sorun her zaman seçimin kritrleridir.


21 Mayıs 2015 Perşembe

Bozcaada Üniversitesi

Milattan sonra 455-556 yıllarında kurulup, 848 yılında üniversite statüsünü alan ilk yükseköğretim kurumu, günümüzde Magnaur Okulu olarak da anılan Πανδιδακτήριον - Pandidaktirion, ya da Konstantinopol Üniversitesidir.

Bugünkü İstanbul Üniversitesinin büyük büyük babası…

Milattan sonra 859 yılında, Fas şehrinde Fatimi el Fahri tarafından Al-Karouiyn üniversitesi kurulmuştur.

Yine 9. Yüzyılda Salerno Üniversitesi, 12. Yüzyılda Paris Üniversitesi kurulmuştur.

 1117 yılında Oxford Üniversitesi öğrencileri ve hocaları ile Oxford sakinleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucunda şehirden ayrılan bir grup öğretim elemanı kuzeye giderek 1209 yılında Cambridge Üniversitesini kurmuşlardır.

Avrupa ülkelerinde 13. Yüzyıldan sonra bir dizi üniversite açılmaya başlanmıştır: Bologna, Monpele, Padue, Napoli, Floransa, Prag, Krakow, Viyana, Haidelberg, Laipsig, Bazel…

Doğu Roma kurumları geleneklerinden bazılarını benimseyen Osmanlı İmparatorluğu kuruluşunun daha ilk yıllarında, fakültatif yapısı ve işleyişi ile dönemin İstanbul Üniversitesi sayılabilecek Enderun Mektebini kurmuştur.

Ortaçağda üniversitelerin açılmasını sağlayan en önemli etmen … şehirleşmedir.

Günümüzde de en önemli etmenlerden biri, yine şehirleşme olgusudur.

Çünkü şehirleşme demek esasında meslekleşme ve uzmanlaşma demektir.

Meslekleşmenin sonucu olan uzmanlaşmanın yarattığı katma değerin biriktirildiği ve pazarlandığı yerdir şehir.

Meslekleşmeyi ve uzmanlaşmayı sağlayan, disipline eden kurum ise üniversitedir.

Mesleklerin ve uzmanlığın bilgisini üreten, biriktiren ve aktaran kurumdur üniversite.

Bu nedenle, köyde kasabada üniversite olmaz…

İstisnaları bulunmakla birlikte, geleneksel anlayış olarak bir üniversitede fen fakültesi, mimarlık fakültesi, tıp fakültesi ve hukuk fakültelerinin bulunması gerekmektedir.  

Geleneksel bu disiplinler dışında çeşitli disiplinlerle ilgili eğitim veren ve araştırma yapan pek çok fakülte, fakültelerin içinde de birçok bölüm bulunabilir.

Üniversiteye bağlı Fakülteler daha çok (4-6 yıllık öğretimle) yüksek nitelik gerektiren mesleklerle ilgili temel eğitimi verip (öğretmen, doktor, mühendis, mimar gibi) daha ileri uzmanlığa (yüksek lisans ve doktora) hazırlayan birimlerdir.

Yüksek okullar ise yine üniversiteye bağlı (2-4 yıllık öğretimle) çeşitli meslek dalları için daha çok ara insangücü (tekniker, teknisyen, hemşire, tıp teknisyeni gibi) hazırlayan birimlerdir.

Farklı ülkelerde farklı modeller bulunmakla birlikte, ülkemizde, mesleki öğretim ağırlıklı olarak fakülte ve yüksekokullar tarafından yürütmektedir.

İleri uzmanlık eğitimlerini (yüksek lisans ve doktora) ve araştırmayı ise ağırlıklı olarak yine üniversiteye bağlı enstitüler yürütmektedirler. (Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Spor ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü gibi.)

Enstitüler, en az 4 yıllık bir fakülte eğitiminden sonra,  ileri uzmanlık eğitimi veren üniversite birimleridir. İleri uzmanlık eğitimi almak isteyenler için ülkemizde sadece bir fakülte diploması yetmemektedir. Yabancı dil bilgisi, merkezi bir sınavda başarılı olma, yüksek diploma notu, alanda mesleki deneyim, yayın yapmış olma gibi koşullar da aranmaktadır.

Üniversite eğitimi; üniversitenin ekonomik ve siyasal koşulları ne olursa olsun, bilimsel araştırma düzeyi ve disiplini ile kendi kültürünü oluşturmaktadır. Üniversite eğitimi, içeriği ne olursa olsun bir bilgi aktarmadan çok bir algılama ve davranış kültürü oluşturma işidir.

Bu nedenle üniversiteler verdikleri tıp, hukuk, ziraat, mimarlık, mühendislik, sosyal, fen bilimleri gibi alanların eğitiminden belki de daha fazlasını öğrencilerin algı ve davranışlarını biçimlendirecek ve kültürü oluşturacak yatırımlar ve düzenlemeler yaparlar:

Öğrencilerin ders dışında zaman geçirebilecekleri kütüphane, kantin, kafeterya, spor tesisleri, çeşitli ilgi alanlarına yönelik kulüpler ve mekanlar, konforlu yurtlar, servisler, araştırma ve çalışma laboratuarları, gözlemevleri, mediko-sosyal merkezler gibi pek çok yatırım ve düzenleme.

Öğrencilerin yanında üniversiteler benzer yatırımları öğretim elemanları için de yaparlar:  Lojman, sosyal tesis, laboratuar, araştırma-geliştirme merkezleri, bilgiye ulaşım ve işleme teknolojileri gibi…

Kaleme vurduğunuzda tüm bu yatırımların maliyeti muazzam…

“Zurnanın zırt dediği” yer de burası…

Çünkü eğitim, tıpkı sağlık gibi bir dışsal bir ekonomidir.

Yani, yaptığınız yatırımın sonucunu almanız için çoooook zamanın geçmesi lazım.

Yani, hadi ilkokuldan başlamayalım, liseden başlayalım; yatırım yaptığınız bir öğretmen adayından dört; mühendis adayından beş, tıp öğrencisinden bir uzman olarak verim alabilmeniz için en az on yıl beklemeniz lazım.

Bu eğitim hayatı boyunca aile destekleyecek, devlet yatırım yapacak ve kişi ancak en az 4 yıl sonra iş görür, para kazanır hale gelecek.

Halbuki bu yatırımla, diyelim ki aile bir ev aldı ve kiraya verdi, hemen gelir elde etmeye başlar…

Bu nedenle sağlık ve eğitim yatırımları geri dönüşü uzun süreli ancak uzun dönemde toplum açısından gerekli yatırımlardır.

Eğitim ve özellikle yükseköğretim - üniversite yatırımları için özellikle devlet çok sık eler ve dokur…

Yazının başından beri şöylece sıralanan en önemli gerekçeleri didik didik eder ve ince ince maliyet hesabı yapar.

Bazen siyasi ve popülist kaygılarla da hareket ettiği olur ama işin mantığına aykırı pek fazla da davranmaz.

Dolayısıyla,

Bir şehir değil, bir kasaba bile değil; kışın kapanan ve sezonda açılan kocaman bir tatil merkezi olan Bozcaada’ya üniversite kurulması işin mantığına aykırı, bir.

Yetkili ve etkili ağızlardan çıkan “Bozcaada’ya üniversite kurulsun”dan kasıt “mevcut bir Yüksekokulun bir ya da iki bölümün açılması” ise, bunu bu şekilde, doğru olarak ifade etmemeleri hadi bilgisizlik demeyelim ama iletişimde affedilemez bir özensizliktir, iki.

Üniversite ya da yüksekokul bölümü, hangisi olursa olsun, “kış sosyal hayatı canlansın, esnaf para kazansın” gibi resmi ağızlardan ifade edilen bir gerekçelendirme ile dile getirildiğinde açılacağı varsa da açılmaz, üç.

Genellikle dar gelirli-kırsal kesim ailelerin çocuklarının devam ettiği iki yıllık meslek yüksekokul öğrencilerini “sosyal hayat canlandırma” ve “kış geliri elde etme” kapısı ve aracı olarak görme ne sosyal ne de ekonomik ama en başta etik olarak Bozcaada’ya yakışan bir bakış açısı asla değildir, dört.

Bozcaada'lı çocuklar okusun beklentisi yok; resmi olarak dile getirilmeyen beklenti (daha önceki deneyimler sabit), öğrencilerden ucuz iş gücü olarak işletmelerce yararlanılması sosyal ve ticari etiğe aykırıdır, beş.

(Bu aykırılığın utancından kurtulmak için “Staj yaparlar” deniliyor. Halbuki işletmeler Bozcaada’da yüksek okul olmadan da şu anda öğrencilere staj yaptırabilirler… Staj yaptırabilmenin koşulu, kurumsal bir işletme yapısının olması; yoksa köle pazarından farkı olmaz…)

Üniversite eğitiminin yukarıda değinilen özellikleri ve gerektirdiği ortam hazırlama yatırımlarını ve koşullarını göz ardı edip “eski mapusaneyi verdik, kurun hadi” demeye, karar vericiler olsa olsa, en hafif deyimiyle, naif bir köylü kurnazlığı gözüyle bakarlar, altı.

Peki, o olmaz, bu olmaz…

Bozcaada’ya hiç mi üniversite olmaz?

İlla ki olması isteniyorsa olur, neden olmasın ki?

Mevcut algılama, beklenti, düşünce ve ifade biçimini toptan unutma koşuluyla, olur.

En yakın üniversite olan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesiyle ya da başka bir üniversiteyle (ya da birkaçıyla birden) Fen Bilimleri, Sosyal Bilimler ya da Sağlık Bilimleri Enstitülerine bağlı bir Bozcaada Araştırmaları Merkezi kurma protokolü imzalarsınız.

“Mapusane binası” ya da bir başka binayı; ofis, seminer odası, laboratuar, konuk odaları olarak düzenler ve hazır hale getirirsiniz.

Bozcaada’yı konu alan (toprağı, bağı, balığı, turizmi, ekonomisi, sosyal yapısı, tarihi, arkeolojisi  v.s, v.s.) tüm yüksek lisans ve doktora çalışmalarına sembolik de olsa destek verirsiniz.

Bunları yayınlayarak çekiciliğini arttırırsınız. Bozcaada ile ilgili bilimsel çalışma külliyatı oluşturursunuz.

Bir süre sonra konusu Bozcaada ve Kuzey Ege olan ve burada biriken bilgi, ulusal ve uluslararası düzeyde kongre, simpozyum, çalışma grupları ve kampları, eğitim ve paylaşım toplantıları gibi sezonla sınırlı olmayan etkinliklere dönüşür.

Bilim sezondan ve iklimden etkilenmez.

Kuzey ya da güney kutbu belgesellerini bizler sıcak sobanın başında izlerken araştırmacılar inanılmaz koşullarda çalışmalarını yapıyorlar, hatırlayın…

Bugünden başlamak koşuluyla beş-on yıl sonra bunlar Bozcaada için gerçek olabilir.

Araştırma için gelecek olan kişilerin profili, ilçe mektebinde liseyi bitirip iki yıllık yüksekokulu kazanarak Bozcaada’yı haritada gösteremeyen çocuğunki gibi olmayacak.

En az 4 yıllık fakülteyi yüksek ortalama ile bitirmiş, bir mesleği ve geliri olan, yabancı dil bilen, merkezi sınavda başarı sağlamış, Bozcaada konulu çalışmasıyla gelecekten ve hayattan ciddi beklentileri olan, alanı ile ilgili Bozcaada’daki en az bir soruna özgün çözüm üreten ve geliştiren – öneriler sunan – tez yazan bir yetişkin.

Her yıl açılan en az 25 lisansüstü programın her birinden bir öğrencinin Bozcaada’yı konu alması ve Bozcaada’daki merkezde çalışması hem nitelik hem de nicelik olarak Bozcaada’ya inanılmaz katkılar sağlayacaktır.

Ortalama olarak bir yüksek lisans tezi çalışmasının iki-üç, doktora çalışmasının dört-beş yıl sürdüğü göz önünde bulundurulursa, böyle bir grubun Bozcaada “sosyal ve ekonomik yaşamına” katkısı, diğerleri ile kıyaslanamaz.

Tüm bu organizasyonun yapılabilmesi Bozcaada yerel yönetimi ve STK larının istek, çaba, özen, kararlılık ve en önemlisi iletişim ve ikna kabiliyetine bağlıdır.


“Haydi, bizim de üniversitemiz olsun, ceplerimiz dolsun! Öğrenciler gelsin, sazlar davullar çalsın!” gibi sığ, gerçekçilikten ve uygulanabilirlikten uzak yaklaşımlar yerine sağlam temelli, geleceğe odaklı ve gerçek Bozcaada için katma değer yaratacak, içi ve altı dolu yaklaşımlarla “Bozcaada’da üniversite” mümkün…

"Olsun"....
Diyerek "oldurma", Tanrıya mahsus.

"İyi ve yararlı" şeylerin "olması" biz ölümlü insanlar için çok çaba, emek ve zamana mal oluyor.

Hele üniversite gibi bir kurumu "oldurmak" istiyorsak.

Bununla ilgili bir anekdotla bitirelim:

İngiltere'de sonradan zengin, şımarık ve görgüsüz bir adam "sir" unvanını almak ve asillerin arasına girmek ister. O çevrelerden bir tanıdığına nasıl asil olabileceğini sorar.

Tanıdığı der ki, önce üç üniversite diploması şart...

Sonradan zengin adam, hemen çeşitli üniversitelere başvurur, yüklü bağışlar yapar, kolay bölümleri seçer ve ittir kaktır on-onbeş yılda üç üniversite diplomasını alır almaz tanıdığının yanında soluğu alır.

İşte üç üniversite diplomam! der, şimdi ne yapmam gerekir?

Tanıdığı adam diplomalara bakar ve şöyle cevap verir:

Ben senin üç diploman demedim ki; dedenin, babanın ve senin birer diplomanı kastetmiştim...


29 Ocak 2015 Perşembe

Herbokolog

1999 yılında, Cornell Üniversitesinden iki araştırmacı, David Dunning ve Justin Kruger daha sonra adlarıyla anılacak bir bilişsel bozulmayı, tanımlayan bir makale yayınladılar. Bu çalışmalarıyla 2000 yılının psikoloji alanındaki  "Ig Nobel" ödülünü aldılar.

Çalışmanın esin kaynağı, McArthur Wheeler adlı bir banka soyguncusu idi. 

McArthur yüzüne limon suyu sürerek bir banka soydu. Bankayı soyarken, çok rahattı çünkü yüzüne limon suyu sürmüştü... Limon suyu görünmez mürekkep olarak kullanılanılabildiğinden, kendi yüzünü de bankanın kameralarından gizleyeceğine, yani kameralara görünmez olacağına emindi… 

İki psikolog, Dunning ve Kruger, McArthur’un bu ilginç hikayesini araştırmaya karar verdiler. İlgilerini çeken şey Wheeler’in bilgisiz olduğu bir konuda kendisinden nasıl bu denli emin ve özgüvenli olduğu idi…

Bu olayı inceleyen yazarlar üç noktanın dikkat çekici olduğunu söylemektedirler:

1) Hayatın pek çok alanında başarı ve tatmin; bilgi, bilgelik ve kavrayışa bağlıdır.

2) Hayatın çeşitli alanlarında uyguladıkları stratejiler ve bilgileriyle insanlar büyük ölçüde farklılaşırlar ve farklı başarı düzeylerine sahip olurlar. Bazı bilgi ve stratejiler sağlamdır ve beklenen sonuçları getirirler; bazıları ise, Wheeler’ın limon suyu hipotezi gibi, kusurludur ve istenmeyen sonuçlara yol açarlar.

3) İnsanlar başarı ve tatmin için belirledikleri stratejilerde becerikli ve yeterli değillerse, bu onlara iki yönlü bir yük getirir: a) Bu insanlar hatalı sonuçlara ulaşır ve talihsiz seçimler yaparlar. b) Yetersizlikleri ise onları bu durumu anlamaktan alıkoyar; tıpkı Wheeler gibi, iyi bir şey yaptıkları şeklinde hatalı bir inanca sahip olurlar.

Dunning durumu şöyle açıklıyor:

"İlginç olan şudur: birçok durumda, bilgisizlik insanları beceriksiz, şaşkın ya da temkinli yapmaz. Aksine, bilgisizler “cahil cesareti” diyebileceğimiz aşırı bir özgüvene sahiptirler. Bunun nedeni de onların bilgi gibi algıladıkları bir durumdur. 

"Cahil zihin tamamen boş bir kap değildir;  uygunsuz veya yanıltıcı yaşam deneyimleri, teoriler, gerçekler, sezgiler, stratejiler, algoritmalar, yöntemler, metafor ve önsezilerden oluşan bir bulamaç ile doludur, ama ne yazık ki bunlar ona, çok yararlı ve doğru bilgi gibi görünürler.– diyor Dunning.

Yale Tıp Fakültesi nöroloji profesörü Steven Novella, "Dunning-Kruger’in Dersleri" adlı makalesinde bu etkiyi şöyle anlatır:

"Bizler dünyayı anlamlandırmaya çalıştığımızda, mevcut bilgilerimiz ve paradigmalarımızı işe koşarız; fikirler geliştiririz ve onları doğrulayacak bilgileri sistematik olarak arar ve toplarız. Fikirlerimizle çelişen ya da zıtlık taşıyan bilgileri ise istisnalar olarak reddederiz. Bu deneyimleri elediğimizde ise zihnimizde “sahte” bir bilgi oluşmaktadır.  Dunning-Kruger’in tarif ettikleri etki, bizlerin edindiği bu yanlış ya da sahte bilgilerimize yüksek bir değer biçmemizi açıklıyor. Belirli bir alandaki yetkinliğimiz ya da vasıflarımız ne kadar az ise bilimsel olmayan ve asılsız bilgi ve inançlarımızı o kadar daha fazla inatla ve güvenle savunuruz….  

İnsanların kendi yeteneklerini değerlendirme konusunda kusurlu olmalarının farkındalık ve üst-biliş (meta-cognition) yetisinin olmaması ile açıklanabileceğini; “ortalama-üstü etkisi” denilen bir etkinin bu olumsuz durumda rol oynayabileceğini düşünen Dunning ve Kruger; yetenek, üst-biliş (meta-cognition) ve şişirilmiş öz-değerlendirme ilişkisini test eden dört hipotez geliştirmişler ve sınamışlardır. Bu hipotezler sırasıyla:

1) Yetkinliği düşük olan bireyler, nesnel ölçütlerle karşılaştırıldığında, kendi beceri ve performanslarını olduğundan çok daha yüksek tahmin etmektedirler.

2) Yetkinliği düşük olan bireyler, üst-biliş (meta-kognitif) becerilerin yokluğundan da muzdariplerdir; yüksek bir yetkinliği gördüklerinde, onu anlamada yetersizdirler.

3) Yetkinliği düşük olan bireyler, kendi performanslarının gerçek düzeyini anlama konusunda başarısızdırlar.

4) Yetkinliği düşük olan bireyler yine de kendi eksikliklerini anlayabilirler; ama bu paradoksal biçimde ancak onların daha yetkin hâle getirilmeleri ve meta-kognitif becerilerinin geliştirilmesiyle mümkündür.

 Yazarlar bu 4 hipotezi sınamak için Cornell Üniversitesi’nde bir dizi deneyle doğruluğunu sınamışlardır. Araştırma sonunda dört tahmin de analitik bulgularla teyit edilmiştir. Yazarlara göre, “az yetkin olma” (cahil olma) durumu, sadece kişilerin yetersiz performans göstermelerine yol açmamakta, daha da kötüsü, söz konusu kişilerin performanslarının kötü olduğunun farkına varmalarına da engel olmaktadır…

Tüm bu söylenenler, grafiksel olarak ifade edildiğinde görünüm aşağıdaki gibidir:



Grafikte de görüldüğü gibi, bir alanda yetkinlik arttıkça kişinin kendi ile ilgili özdeğerlendirmesinin eğrisi önce düşmekte ve sonra tekrar artmaktadır ancak düzeyi, “cahil”in özdeğerlendirmesine asla ulaşamamaktadır.  

Etkinin birkaç olası nedeni vardır: 

Bunlardan biri, başkalarının cehaletini kendimizinkinden daha kolay fark etmemizdir; bu nedenle de kendimizin ortalamanın üstünde olduğumuz yanılsamasına kolaylıkla kaptırırız ki gerçek durum hiç de öyle olmayabilir...

Gerçekten bir alanda uzmansanız… Eğitiminiz ya da bir alanda deneyim elde etme sürecinizde ilerlerken bir anda ne kadar az şey bildiğinizi ve daha öğrenecek ne çok şeyin sizi beklediğini, ama öğrendikçe özgüveninizin de arttığını fark ettiğiniz anları hatırlarsınız…

Bir alanda uzmansanız, insanların işiniz hakkında gerçekten ne kadar az şey bildiğini ama daha önemlisi ne kadar az şey bildiklerinin farkında bile olmadıklarını; alanınızda daha ileri uzmanlık bilgisinin ne denli fazla olduğunu düşünün. 

Ve, sizin de tıpkı diğerleri gibi uzman olmadığınız alanlarda ne denli cahil olduğunuzu…

Dunning-Kruger etkisi sadece başkaları için geçerli değildir - herkes için geçerlidir- bizim için bile...

Bizler bilginin farklı alanlarında, aynı eğri üzerinde farklı yerlerde konumlanmış durumdayız. 

Bir ya da birkaç alanda uzman, bir başka alanda belki bilgili ama muhtemelen pek çok alanda hepimiz cahiliz…

Bu nedenle, tevazu ve olgunlukla kişisel bilgilerimize şüpheyle, başkalarının uzmanlığına da saygıyla yaklaşmalıyız.  

Hepimiz az ya da çok bilişsel önyargılardan, diğer adıyla cehaletten  muzdarip olduğumuzu - zor da olsa -  kabullenmeliyiz.  

Onları tanıyabilirsek, mücadele edebiliriz, bunun sonsuz bir çaba ve süreç olduğunu göze alarak...

Göze alamazsak ne mi olur?

Değişen bir şey olmaz. Bozcaada’da hayatımıza herbokolog olarak devam ederiz…




Justin Kruger ve David Dunning; “Unskilled and Unaware of It: How Difficulties in Recognizing One’s Own Incompetence Lead to Inflated Self-Assessments”, Journal of Personality and Social Psychology, Vol.77, Sayı:6, 1999, ss.1121-1134.


25 Nisan 2014 Cuma

Bozcaada Bilim Politikası

Bilim kalkınmanın ve gelişmenin temeli ve anahtarıdır.  Bilimsel çalışma için çekim merkezleri oluşturma ve destekleme; bilimsel bulgulardan günlük yaşamın her alanında yararlanma yönünde politikalar geliştirebilen ülkeler gelişmiş diye adlandırdığımız ülkelerdir. 

Bilimin ve bilimsel çalışmaların katma değer yaratma işlevini keşfeden ülkeler ve bölgeler ekonomik sonuçlarından en çok yararlanan, bunun yanında ve sonucunda sosyal ve kültürel cazibe alanlarına dönüşmüşlerdir. 

“Avrupa kültürü”, “Amerikan kültürü”, “Uzakdoğu kültürü” dediğimizde anlaşılan şey, bu coğrafi bölge ya da ülkelerin yaşamlarının her alanı ile ilgili yapılan ve bilgimize sunulan - tanıtılan sonsuz sayıda bilimsel çalışmadır. 

İyi tarif edilmiş ve oluşturulmuş bir bilim politikası ülkelerin – toplumların – bölgelerin ve şehirlerin ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine katkı sağladığı gibi tanıtımında saygın bir isim sahibi olması sonucuna yol açmaktadır. Dünya ölçeğinde pek çok örnekleri mevcut.

Tüm bu genel bilinenleri aklımızda tutarak, Bozcaada ölçeğinde ve Bozcaada’nın gelişmesinde “bilim” enstrümanından nasıl yararlanılabilir’in tartışılmasında yarar bulunmaktadır.

Akla gelebilecek il itiraz Bozcaada’da bir üniversitenin bulunmamasıdır. Bozcaada’da bir üniversitenin olmaması ilk bakışta bir dezavantaj gibi görünmektedir. Diğer yandan, tek bir akademik birime sahip olmak yerine pek çok akademik birim – Türkiye ve dünyadaki üniversiteler – için ilgi ve cazibe merkezi olmak gibi bir avantaj söz konusu olabilir – değerlendirilebillinirse…

Bu avantajı sağlamanın ilk adımı uygun altyapının oluşturulması olabilir. Bu altyapının olmazsa olmaz iki temel alanı bulunmaktadır: arşiv ve fiziksel altyapı.

Bozcaada, Ege Adaları ve bölge ile ilgili yazılmış binlerce kaynak bulunmaktadır.  Bu kaynakların elektronik ve fiziksel ortamda derlenerek bir Bozcaada Kütüphanesi oluşturulması, Amerika’daki “Kongre Kütüphanesi” iddiasında olmayacaktır, ancak araştırmacılar için önemli bir çekim merkezi ve ada için gelir kaynağı niteliğini taşıyacaktır. Bozcaada’nın daha çok araştırma konusu olmasını sağlayacaktır.  

Fiziksel alt yapı koşulu, bir proje kapsamında, araştırma için Bozcaada’ya gelecek araştırmacılar için öncelikle barınma, ofis, iletişim ve laboratuvar imkânlarının sunulduğu bir merkez aracılığı ile oluşturulabilir. Oluşturulan bu fiziksel alt yapı özellikle lisansüstü tez çalışmalarında araştırmacılar, yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarınca ilgili alanlarda burs, proje desteği gibi araçlarla desteklenebilir. Örneğin Bozcaada’nın endemik üzüm çeşitleriyle ilgili bir çalışmanın Bağcılar Kooperatifince desteklenmesi gibi.

Bu tür bir altyapı ve destek olmaksızın Bozcaada ile ilgili yapılmış  26 adet tez çalışması bulunmaktadır.  Bu çalışmaları yapan araştırmacılar oldukça elverişsiz koşullarda ve fazlaca kurumsal destek alamadan bu çalışmalarını yapmışlardır. Alanlara göre yapılan çalışmaların dağılımı aşağıdaki gibidir:


Alan
Sayı
%
Yıllar

Arkeoloji , Arkeoloji-denizcilik (1)
2
7.69
1993, 2006

Biyoloji/ Genetik =  Mikrobiyoloji(1)
4
15.38
1995-2012

Çevre Mühendisliği
2
7.69
97,06

Turizm(5)/Turizm işletme(1)/Coğrafya-turizm(2)
8
30.80
2002-13

Jeodezi ve Fotogrametri
1
3.84
2003

Sosyoloji/tarih
1
3.84
2006

Peyzaj Mimarlığı
2
7.69
2007-08

Botanik
1
3.84
2008

Ziraat
1
3.84
2008

Mimarlık
1
3.84
2010

Enerji -mühendislik
1
3.84
2012

Gıda- mühendislik
1
3.84
2012

Uluslararası ilişkiler
1
3.84
2012

Toplam
26
100


Tablodaki dağılım esasında Bozcaada’nın önceliklerinden birinin bilim politikasının oluşturulmasına işaret etmektedir. 

Bozcaada kültüründen söz ederken Bozcaada’nın uzak ve yakın tarihi, geçmiş ve şimdiki sosyal yaşamı, ekonomisi, çevresi, coğrafyası, denizi ve sualtı kaynakları, bağcılığı ve tarımsal potansiyeli, insan gücü kaynakları gibi pek çok alanda çalışma bulunmamaktadır. Dağılımda çarpıcı olan olgu yapılan çalışmaların üçte birisinin turizm ile ilgili olmasıdır. Ancak turizme altyapıyı oluşturan adanın diğer alan ve sektörleri ile ilgili çalışmaların sayısı az, bazılarında ise hiç bulunmamasıdır. Bu haliyle turizm, jeolojik etüdleri yapılmamış, temelleri atılmamış bir eve benzemektedir. Bir deprem ve kuvvetli fırtınada bu ev yerle bir olabilir ve Bozcaada açıkta kalabilir.


Bozcaada’nın bir bilim politikasının olması tam da bu nedenle gereklidir. Bozcaada’nın tüm paydaşları ile oluşturacakları Bozcaada Vizyonunun gerçekleşmesini destekleyecek bir bilim politikası ile Bozcaada’da araştırılması istenen alanlar belirlenir ve desteklenir.  Bozcaada’da oluşacak bilimsel bilgi birikimi sezona ve deniz-kum-güneşe bağlı kalmaksızın tüm bölge için çekim merkezi olmasına yol açacak ve ekonomik-sosyal-kültürel gelişmesine katkı sağlayacaktır. Bozcaada bunu gerçekleştirecek potansiyele sahiptir.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Seçim ve Sonrası

“İlk işimiz, siyasetin bir yarış olmadığını ve amacının karşısındakini yenmek olmadığını kabul etmemiz gerekir. Siyaset yoluyla somut hedef ve yolları tartışarak, doğru olanı bulmak ve buna ulaşmak için hangi kadroların daha uygun olacağına karar vermek gerekir.” (M. Kaynak, Dönemeç, Truva, 2009)

Bozcaada Belediye Başkanlığı ve Belediye Meclisi seçimleri bitti.

Seçim sürecinden önce, aday gösteren partilerin Bozcaada ile ilgili somut hedef ve yolları kendi içerisinde tartıştığını, doğru olanı bulmak ve buna ulaşmak için hangi kadroların daha uygun olacağına karar verdiğini söyleyemeyiz.

Kazanan partinin, kadrolarını biraz daha demokratik yolla - sandıkla seçmiş olması bu gerçeği değiştirmemektedir.

Seçime giren hiçbir siyasi parti, Bozcaada ile ilgili bütünsel, kapsayıcı, geleceğe yönelik ekonomik ve sosyal, somut bir hedef oluşturamamıştır. Adayların paylaştıkları hedefler, çeşitli kesimlerin ihtiyaçlarına yönelik nokta hedeflerdir ve genellikle “yapı” ile ilgilidirler. (Pekmez fabrikası, çok amaçlı salon gibi).

Bu nokta hedeflerin eksiği, sağlam bir fizibilite çalışmasına dayanmamaları ve genel gelişme yönü içerisindeki yerleri, anlamları ve işlevleri ile ilgili bir modele oturmamalarıdır. Hangisinin, diğerinin girdisi ya da çıktısı olacağına ilişkin ya da aralarındaki bağlantı ve ilişkilerini, bütünselliğini içermemesidir.  

Seçim sonucundan, Bozcaadalı seçmenin “12 ay yaşanan bir Bozcaada” genel söylemi yönünde tercihini kullandığı görülmektedir.  Bu söylemin ölçülebilir tek bir parametresi bulunmaktadır: zaman - 12 ay…

Hedef olabilmesi için başka ölçütlerin tarif edilmesi gerekmektedir:

Kimler 12 ay adada yaşayacak?

Hangi sayıya ulaşılırsa 12 ay yaşanan bir ada olduğunu kabul edeceğiz?

“Yaşanan”dan kastımız nedir? Yaşam kalitesi göstergeleri hangileridir?

Ne kadarlık bir ekonomik büyüklük temel alınacaktır ve girdileri ne olacaktır, hangi kalemlerden oluşacaktır?

Farklı sosyal kesimlerin 12 ay yaşam kalitesini güvence altına alacak sosyal model ne olacaktır?

Sezon dışı göçü önleyecek hangi cazibe ve çekim alanları, hangi yöntem ve araçlarla kullanılacaktır?

Tüm bu soruların birbiriyle ilintisi kurulmuş, tarif edilmiş cevapları henüz bulunmamaktadır.

Seçimin zamanlamasının getirdiği – sezon öncesinde bulunma – gibi bir zorunluluk ve denilebilir ki talihsizlik, yerel yönetime yukarıdaki sorulara cevap arama ve bulma fırsatı vermeden turizme odaklanma zorunluluğunu dayattı.

Bozcaada için turizm önemli bir sektör.

Çok tartışılması gereken bir sektör.  

En önemli sektör müdür?

Bilmiyoruz.

En önemli sektördür dediğimizde, “Bozcaada bir tatil köyüdür” dememiz lazımdır.

Geçmişe baktığımızda, Bozcaada hiçbir zaman bir “tatil köyü” olmadı ama 12 ay yaşayan 4-5 bine varan nüfusa sahipti.

Dünyadaki hiçbir “tatil köyünde” 12 ay yaşam olmaz. Olsa olsa daha uzun sezon olur.

Var olduğundan beri Bozcaada’nın temel ekonomik sektörü tarım ve balıkçılık-süngercilikti.

Sosyal yaşamın çimentosu esnaf, zanaatkarlardı.

12 ay yaşamanın sürdürülebilmesi 12 ay yaşayan insanların günlük ihtiyaçlarını uygun bir düzeyde karşılanmasından geçmektedir.

Sadece “turizme hizmet veren” esnaf ve sanatkarlar 12 ay adada yaşamın çimentosu olmaktan uzak olacaklardır. 12 ay yaşama katkıları olmayacaktır.

Terzi, berber, kuaför, ayakkabı tamircisi, beyaz eşya servisi, sinema salonu, oyun salonu, kıraathane, mandıra, pastahane, fırın, bakkal, çorbacı, lokanta, çayhane, müzisyen, oto tamircisi, marangoz, tesisatçı gibi esnaf ve zanaatkar işletmeleri 12 ay yaşayanlara hizmet vermek üzere desteklenirse 12 ay yaşam mümkün olacaktır. Bunun altyapı ve araçlarının geliştirilmesi gerekir.

Kamunun, yerel yönetimin düzenleyici rolü bu alanda çok önemlidir.  Bu rolü ile ilgili adada iyi ve kötü örnekleri mevcuttur.

Elektrikçi için verilen yer büfeye, tuhafiye’ye verilen yer kafeye dönüşebilmektedir. Gerekçe ilk anda makul gibi görünmektedir – kamunun zarara uğratılmaması, idareye gelir sağlanması, emsal kira uygulanması… Ancak kamu çıkarı ya da kamu yararı salt gelir elde etmek gibi dar biçiminde yorumlanamaz. 

Göçün önlenmesi, 12 ay günlük yaşamın sürdürülebilmesi amacıyla kamu gelirinden vazgeçebileceği gibi, aksine destekleyici düzenlemeler yaparak sosyal ve ekonomik dokuyu tahripten korumalıdır. Kamu olmasının anlamı da zaten budur.

Bu anlamda iyi örnek ise, fiyatları tarif edilmiş; 12 ay herkes için açık mahalli idare tesisidir. Servisini, menüsünü, hizmetini, performansını eleştirebilirsiniz.  Eleştiriler varsa bunları sistematik olarak değerlendirip iyileştirmek yönetimin temel görevidir.  Şikâyetler varsa, bunlar yönetimin ihmalidir. Ancak var olan eleştirilebilecek performans, temel gerçeği değiştirmemektedir: 12 ay herkes için açık, sıcak, fiyatları herkes için ulaşılabilir kamusal hizmet veren bir işletme.

 İyi yönetilirse, performansı da iyi olur…

Bu örneklerin Bozcaada’da hızla çoğaltılmasına şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.

Örneğin Bozcaada Belediyesi, 06.03.2011 tarih ve 27868 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Mahalli İdareler Bütçe İçi İşletme Yönetmeliğinde tarif ettiği statü ile Salhane olarak bilinen binayı Bozcaada Belediyesi Sosyal Tesisi olarak hizmete hemen açabilir. Belediye Başkanının seçim öncesinde bu yönde zaten taahhüdü vardı.

Arka denizdeki işletmelerin “turist”  dediğimiz konuklara yönelik sezon/fiyat hizmetleri nedeniyle Bozcaada’da 12 ay yaşayan halkı için ulaşılamaz olan arka deniz, günlük yaşamda ulaşılabilir hale gelir.  Daha 10-15 yıl öncesine kadar tüm adalıların, yaşlısı-genci-çocuğunun denize girdiği arka deniz bir belediye işletmesi ile tekrar eski günlerine döner.

Böyle bir işletmede kritik nokta şu: gerçekten belediye işletmesi olması…

Yüksek kiralar karşılığında, hizmet fiyatlarının yüksek olmaması; Ayşe teyze, Ahmet Amca için de ulaşılır olması…

Lokanta olmaması, onlar adada yeterince var zaten.

Ama herkesin, sabah çayını da denizi seyrederken çayını yudumlaması, tostunu yemesi, denize girdikten sonra gazozunu yudumlaması, akşamüstü patates kızartmasıyla birasını içmesi, gece yemekten sonra da kahvesini içmesine imkân verecek bir tesis.

Bozcaada Belediyesi böyle bir işletmede beş-altı personeli çalıştırabilecek kapasitededir.


Bozcaada’da bağcılık ve şarapçılık sektörü, Bozcaada’nın bütünsel kapsayıcı hedeflerinde bir alt strateji düzeyinde değil, aksine vizyonunun; “ne olmak istiyoruz”u tarif eden temel ifadesinin içinde mutlaka yerini bulmak zorundadır.  Tenes’ten beri, binyıllardan beri var olan bu sektör tercih dışında bırakılamaz. Bırakmak isteseniz bile, ada sizi bırakmaz, buna izin vermez…

Turizm gibi, bu sektörün de esaslı biçimde tartışılması gerekmektedir.

Bağ alanımız, bağ stokumuz nedir?

Kontrolsüz biçimde dikimi yapılan farklı cins üzümlerin yerli endemiklerle etkileşimi nedir?

Gen ve diğer tescilleri yapılmış mıdır? Bankası oluşturulmuş mudur? Bölgeler tarif edilmiş midir?

Regülasyonlar ne olmalıdır?
Büyük bağcının sorunları nelerdir?
Küçük bağcının açmazları nedir?
Şarap üreticileri ne tür bir desteğe ihtiyaç duyarlar?
Ürün işleme çeşitleri, yöntemleri, kapasitesi nedir ve ne olmalıdır? Hangi adımlara ihtiyaç var?
Üretim ve pazarlama strateji ve politikalarında kime hangi görev ve roller düşüyor?

Bozcaada’nın geleceğe ilişkin senaryosu nedir?

Tüm bu sorular cevap bekliyor…

Bireysel değil, işletme bazında değil, sektörel ölçekte değil, Bozcaada ölçeğinde cevaplar…

Bütünsel cevaplarda uzlaşmadan ne bireysel, ne işletme ne sektörel düzeyde 12 yıl yaşayan bir Bozcaada var olabilir…

Cevaplar aranırken tüm kesimlerin görüşleri, ihtiyaçları ve talepleri dikkate alınmalıdır.

Küçücük adada kimlik tarifi yapılırken dışlamalar da büyük olmakta…
Örneğin, sayıları hiç de az olmayan, adada “yazlık” evi olanları hangi kategoride değerlendiriyoruz?
“Turist” mi değil mi?
Adalı mı değil mi?
“Yazlıkçı”, “İstanbullulaaa” diyoruz…

Peki adada kışın kaç kişi var?

Kışlık evi “İstanbulda” değil de, Çanakkale’de olan ve kendini “adalı” olarak tarif edenler de yazlıkçı değiller mi? Onlara da yeni bir kategori başlığı açıp “Çanakkalelileee” mi diyeceğiz?

Kazancını adadan temin etmeyen, ülkenin farklı şehirlerinde yaşayan ancak adada da evi olan birçok insan var. Adada bir ay, üç ay, sekiz ay yaşayarak ada ekonomisine çok ciddi katkılar sağlamalarının ötesine adaya bir katkıları daha var:

Pek çoğu kazanç sağlamak bir tarafa, ciddi harcamalar yaparak sahip oldukları arazilerin, bağların bakım masraflarını karşılayarak bağları ayakta tutuyorlar ve istihdam sağlıyorlar.

Bunlara da kulak verilmeli ve bu çabalarında kurumsal destekler sağlanmalıdır.

Adada evi olan “İstanbullular”,  sağlıktan mimariye, sanayicilikten hukuka pek çok alanda uzmanlık, yetkinlik ve güce sahip insanlar.

Bunlara da kulak verilmeli ve bunlardan kurumsal destekler sağlanmalıdır.

Bir de “Bayramıçlılar” var…

Özellikle Bozcaada’nın yaşadığı travmatik kitlesel göç sonrasında ekonomisine çok büyük katkı sağlamış ve sağlamaya devam eden kesim.

 Bunlara da kulak verilmeli ve kent kültürüne, Bozcaada kültürüne uyumlarında desteklenmelidirler.

Bozcaada’da dışlama değil, birlikte yaşama zamanı…

Ama önce uzlaşma, sonra doğru yöntem ve araçlar…