2 Ekim 2010 Cumartesi

Stadtluft macht frei!

Bozcaada 40-50 yıl önceden beri karşı kıyıdan görece yoksul köy nüfüsü için önemli bir çekim merkezi olmuştur. Yüksek beceriler gerektirmeyen bağ işçiliğinin bir istihdam fırsatı sunması, rum nufustan boşalan ev-emlak ve arazilerinin kolay elde edilebiliyor olması, lise düzeyinde eğitim verilebiliyor olması, sağlık hizmetlerinin sunuluyor olması, fazla sermaye ve beceri gerektirmeyen esnaflık ve ticaret olanaklarının turizm sektörünün birden parlaması ile artması gibi "kentsel" türde etmenler göçte çekimi oluşturmuşlardır. Kırsal topllumun az ve genellikle aşağıya doğru olan akışkanlığı, kırsal toplulukların birey üzerindeki zorlayıcı ağır baskısı, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşımın güçlükleri ise itici etmenleri oluşturmuştur.

Kırsal topluluklar dışında Bozcaada bir de belki de bir paradoks olarak büyük kentlerden de eser miktarda göç almıştır. Kırsal göçe oranla sayıca daha az ancak sahip olunan nitelikler bakımından sosyolojisinde sayısına göre daha yüksek etkiye sahip olan "kentli" göçü de almıştır.

Bu kesimi üçe ayırmak mümkündür.  İlki, büyük kent yaşamından kaçan, bir kısmı entellektüel ve sanatsal uğraşılarını devam ettiren ancak adada ekonomik bir faaliyette bulunmayan ve "daimi mükim" olma yerine kışı ada dışında geçiren kentliler.

İkinci grup, eğitim, sosyal konum gibi birtakım yüksek becerileri ve niteliklerine rağmen büyük kentlerde uyum sorunu yaşayan "tutunamayan"ların ve adada ekonomik faaliyetlerde bulunanların oluşturduğu kentli gruptur. Üçüncü ve en küçük grup ise "büyük" emlak ve arazi "kapatan" özellikle adada emlak rantına yönelik faaliyetlerde bulunan gruptur.

Bozcaadayı tüm bu gruplar için cazip kılan şeyler aynı zamanda onu anarşik ve zor yönetilir hale getirmektedir. Bir yandan medyanın ve onun tarafından pompalanan "dışarının" ilgisi, yapılan yatırımlarla, sahip olunan becerilerle ve sunulan hizmetlerle orantılı olmayan yüksek kazançlarla ödüllendirilirken diğer taraftan  bireyi ve grupları denetleyecek ve dengeleyecek baskı toplulukların olmaması ahlaki ve ve sosyal kargaşalara yol açmaktadır.

Birkaç yıldır Bozcaadalılar, adada yıllar önce pek şahit olunmayan hırsızlık, kavga, yaralama, fuhuş, uyuşturucu, eşkiyalık gibi kanunsuzlukların nasıl oluyor da ortaya çıktığına hayret ediyorlar.

Kolay bir açıklama ile tüm bunların "dışarlıklılar" tarafından yapıldığını söylüyorlar. Ama baktığımızda bunu açıklamayı yapanlar genelde "dünün dışarlıklıları", "yörükleri" ya da "tutunamayanları"dir. Yani adaya 40-50 yıldan bu yana adaya yerleşmiş ve artık kendini "adalı" olarak tanımlayanlar ve algılayanlardır. Yukarıda saydığımız kanunsuzluklara karışanlar arasında da bunların ikinci ya da üçüncü nesillerinin sayısının hayli yüksek olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.

Drucker insanoğlunun kentleşme serüvenini anlatırken "Kentte çok parlak bir -yüksek kültür- vardı. Ama bu, pis kokan bir bataklığın üzerindeki kağıt helva inceliğinde bir tabakaydı", demektedir.  Bozcaadada bu bataklığın pis kokuları zaman zaman herkesi rahatsız edecek düzeye gelmekte ancak görmezlikten gelinmekte ve "bu koku dışarıdan geliyor" denilmektedir.

Drucker de diğer tüm toplumbilimciler gibi çözümün sadece sosyal sektör, yani hükümet dışı, kar amacı gütmeyen kuruluşların şu an ihtiyacımız olan toplulukları yaratabileceğini söylüyor. Sadece sosyal sektör halkın vatandaşlık ihtiyaçlarını karşılayabilir - gençlere ve bireylere fırsatlar sağlayarak fark yaratabilecekleri bir alan ve taleplerini ortaklaşa dile getirebilecekleri bir kanal oluşturabilir.

Stadtluft  macht  frei!
(Şehir havası insanı özgürleştirir.)
İnsanı insan yapan denetleyici kurumlar ve topluluklar olmazsa özgür kalan şey içimizdeki hayvan olur.

28 Eylül 2010 Salı

Mavrova nire Bozcaada nire? (Bozcaada Sirtosu)

Bozcaadanın yerlilerinden yaşı 50-60 ve üzeri olanlar düğün dernek olduğunda müzik yapanlardan hep "sirto" çalınmasını isterler. Genellikle bu istekleri yerine gelmez. Ama onlar ağızla mırıldanarak, "lay-lay" olarak sesle söyleyerek elele tutuşarak sirto "çekerler".

Eskaza müzisyenler bildikleri bir sirtoyu çalarlarsa, "hayır bu değil" derler ve yine "lay-lay" diye kendi sirtolarına başlarlar. Sirto her ne kadar yunanlıların ortak ulusal dansı olarak kabul edilse de tek bir sirto yoktur ve neredeyse -ege adalarında- her adanın kendi sirtosu vardır. Bozcaadanın da kendi sirtosu vardır.

İşin ilginç yanı diğer sirtolar genellikle 2/4 lük ya da 4/4 lük ritimli iken Bozcaada sirtosu aksak ritimlidir. Duruma göre 7/8 ya da 5/8 lik olarak çalınabilir. Bu nedenle oynamaya kalkan yaşlı adalılar başka sirtoları beğenmez ve oynamazlar çünkü onları bilmezler.

Bozcaada sirtosu artık Bozcaadanın kayıp kültürel değerlerinden biridir. Ne onu kemanıyla çalacak Meyhaneci Vasil var artık ne de oynayacak rum gençleri. "Gavur" dedikleri rumların oyununu oynamak da  göç öncesi çocukluklarını ve gençliklerini onlarla birlikte geçiren bözcaadalılara kalmış.

Oyuna kalktıklarında hepsinin yüzü ciddileşiverir birden. Yüzlerini okumaya kalktığınızda hüzün, pişmanlık, kaygı, sevgi, öfke, özlem ve söylemek istediğini söyleyememenin boğulmuşluğunu görürsünüz o ciddiyet maskesinin ardında.

Bazılarının gözünden yaşlar süzülüverir ve gizlice silmeye çalışırlar yanındakinin elini bırakarak. Göstermek istemezler gözyaşlarını. Halaydaki hiç kimse birbirinin yüzüne bakmaz. Herkes yere ya da ayaklarına bakar. Bu elele tutuşmuş kadın erkek yaşlı insanlar arasında sessiz ve ortak bir kader ve suçluluk birliğini hissedersiniz.  Gençler ise Bozcaada sirtosunu ne müzik ne de oyun olarak bilmezler. Tuhaf tuhaf bakarlar birden tuhaflaşmış yetişkinlerine.

Geçen gün bir düğünün sonlarına doğru "sirtocular" yine kalktılar. Lay-lay diye müzisyenlere müziği mırıldandılar. Müzisyenler de bu mırıltıdan sonra melodiyi benzettikleri "Mavrovadan aldım sünbül" türküsünü çalmaya başladılar. Bu melodi gerçekten Bozcaada sirtosuna benzemektedir. Aynı tadı vermese de sirto oyuncuları birkaç kez döndüler.

Mavrova nere Bozcaada nere.

Bozcaada sirtosu, bilenler bu dünyadan gitmeden müzisyenlerce kayıt altına alınmayı ve Bozcaada kültür tarihindeki yerini almayı hak ediyor ve bekliyor.

9 Eylül 2010 Perşembe

"Deliye Her Gün Bayram"

Başlık yine benim değil.
Yine Cengiz Bektaş Hocadan aldım.
Ne yapayım? O kadar güzel anlatmış ki Hoca!
Katılmamak, evet, tam da bu dememek elde değil.
Okuyalım:

İnanamıyorum...
Bütün ülke nasıl olur da bu kadar gün dinlenceye çekilir?
Olur mu böyle şey? Oluyor işte...
......................
Bayram da bayram... Deliye her gün bayram...
Bayram dedikleri de bayram olsa...
İnsanlığa sığacak şeyler mi bayramda olanlar? Ayrıntıya girmeye gerek yok...Hemen, ilk iki günde, yüzün üstünde kişi öldü, ondan da çoğu yaralandı.
Neden?

Maymunların bile yapabileceği gibi, bir tekerleği sağa sola çevirebilmek beceri sayılabilir mi? Bakalım sürücü belgesi almak isteyen kişi, yeterince insanlaşmış mı, akıl denilen şeyden payını alabilmiş mi?

Artık herkes biliyor bayram falan değil bu...
(Büyüklerin ellerini öpmek, onları yılda bir iki kez bile olsa sarıp sarmalamak, küslerin barışması, konu komşunun kucaklaşması, toplum yaşamının olumlanması değilmiydi bayram?)

Dinlencenin ilk günü: "Haydi az biraz açılalım" dedim eşime, oğullarıma... Haliç'in kıyısındaki "Rahmi Koç" müzesine götürdüm onları... İşleyim (endüstri) çağında, işleyimle ilgili, teknikle bilimle ilgili bir şeyleri görüp, geleceğe ışıklar yakabiliriz belki içimizde... Olur a...

Herşeyden önce iyi onarılmış, çağdaş bir işlev verilmiş (insan sıcağına kavuşturulmuş) tarihsel bir yapıya girmekle mutlanıyorsunuz elbette... Bu mutluluğu sonuna dek koruyabilmek için direndim de direndim... Beceremedim...

Fotograf aygıtından uçağa, buhar kazanından lokomotife, sandaldan gemiye, çağımızın bir çok buluşu sergileniyor müzede.

Onları, eskiden yeniye izlerken ayırımına varıyorsunuz ki, bizden, coğrafyamızdan, toplumumuzdan hiçbir buluş, küçücük bir yaratı yok... "Şu sofraya biz ne katmışız?" diye bakmaya görün...
İçinizi karalar basıyor, yüreğiniz daralıyor...

Yıllar yılı, otomobil parçalarını birbirine "şekilde gösterildiği gibi" bağlamaktan başka bir şey yapamıyoruz..."Haydi artık şunu biz de yapmayı deneyelim, bunca yıl maymunluk yeter!" Diyenimiz yok...
Her şeyimizi, ama her şeyimizi, kimilerimizin ayakkabılarını, giysilerini bile, başkaları bizim için yapıverirken, yollarımızda elbette bir günde yüzlerce kişi ölecek, ya da yaralanacak...

Önümde bir derginin Bilim Teknik eki duruyor. Yazmayı bıraktım, üşenmedim, içindeki "Bulmaca" daki sözcükleri saydım. Seksenbeş sözcük sorulmuş... Bunlardan yalnızca sekizinin karşılığı Türkçe... Yüzde on bile değil... Dilimize karşılığını bile koyamıyoruz artık, çağdaş teknik kavramların...
Neyse ki deliye her gün bayram...

25 Ocak 1999


Bu gün Bayramın ilk günü.
Adada yer gök insan ve araba.
İnsanlar İstanbuldan, Ankaradan, Tekirdağdan, Bursadan, Kocaelinden.
Arabalar Amerikadan, Almanyadan, Japonyadan, Fransadan.
Çinden bile var.

Adada Rum mahallesi, Rum evleri, Rum müziği...
Rum usulu balık, kalamar, ahtapot, kurabiye....
Ama Rum yok.

Adada Adalı Türk esnaf da eser miktarda.
"İşletmeciler" İstanbullu, "işletilenler" de "İstanbullu."
Neden birbirilerini gelip taaa Adada "işletiyorlar?"
Henüz tüketilmemiş adayı da çiğneyip çiğneyip tükürüverecekleri gün çok mu uzakta dersiniz?
Marmarayı lağıma, Karadenizi bulaşık suyuna çevirdikten sonra sıra buraya geldi anlaşılan.

Pek tuttuğum bir sözcük değil ama "çakma" tam da Adaya oturuyor şu günlerde.
Çakma turistler.
Çakma turizmciler.
Çakma bayramlar.

Adanın çakma turizmine devam edeceğiz.

İyi bayramlar...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

"İnsanlık Adına"

"İnsanlık Adına" üstad-mimar, halk yapı sanatının en yetkin isimlerinden biri olan sevgili Cengiz Bektaş Hocanın "Kentli Olmak ya da Olmamak" adlı kitabında yer alan bir yazısının ismi. Yazı 1998 yılı nisan ayında bir bayramdan sonra kaleme alınmış. Cengiz Hoca bu yazısında, bayramda, kendi de yaşadığı Gürenin bir dağ köyündeki "turist" davranışlarını anlatıyor.

Yazıda geçen "köy" yerine Bozcaada, "alan" yerine Bozcaadaki meydanı, "köylü" yerine Bozcaadalı kelimelerini koyarak okursanız dersiniz ki Cengiz Bektaş Hoca Adayı anlatmış.  En güncel haliyle... Hoca bayramdan sonra yazmış, ben bayramdan önce yazıyı aldım. İki gün sonra bir de bu gözle bakın diye...

Yazıyı okuyalım.

"İnsanlık" Adına...

Köyün bir tanecik alanı var.
Çok seviyoruz...
Orada birbirimizi buluyoruz çünkü...
Ağaçları, çiçekleri, havuzu, çeşmesi, dağ çayları, da sunan çayhanesiyle bir park orası...
Köyün oturma odası...
Yerleşmenin alanını, "resmi geçit" ya da "trafik" yeri sanan günümüz yöneticilerine, onların isteklerine uyan tasarımcılarına bir karşı yanıt gibidir köyümüzün göbeği...
Belediye, hemen tüm dükkanlar (bakkallar, kasaplar,berberler) fırın, PTT, parti odaları, korumalar; kısaca tüm ortak kullanımlar bu alanın çevresindedir. Yapılarla ortadaki parkın arası tek yönlü yol... Tam bir çember çiziyor. Üzerinde "park" etmek yasak... Az ötede (neredeyse bitişikte) otopark var.

Adam ta İstanbuldan kalkar, bunun için gelir sanki...
Arabasını yolun ortasında bırakır, bakkala girer alışverişini yapar. Köylümüz sabırlıdır bekler...
Arabanın kapısı ve arabesk müziği açıktır. İçinde "eşofman"lı insanlar vardır... Eşofman çıkmamış olsaydı pijamalı olacaklardı besbelli... Çevrelerine, insanlara en küçük saygıları yoktur...

Ne olacak canım, takılma!
Takılmayacağım ama, dediğim gibi, tüm köyü işlemez duruma sokuyorlar... Köylülerin de bir şey söylemediği, bu köylü kalamamış, kentli olamamış insanlar, köyleri, kentleri, yolları, her şeyi tıkıyorlar.  Yaşamı zorlaştırıyorlar.

Tek ölçütleri var: Çıkarları... Alacaklarına göre yönleri çok kolay değişiyor. Ne sözlerine, ne oylarına, hiç bir şeyine güvenmek olası değil... Ayakları, kökleri yerden kopmuş bir kez...

Kedi gibi davranabilirler, dikenli bir bitki gibi de... Hem korkaktırlar hem de kavgacı... Tutarlı değer yargıları, davranış ölçütleri yoktur. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmaz.

Çok kısa görüşlüdürler... Yollarda izlerinde gidip dururlarken birden sollayanlar, ya da tekerleri bankette tozu dumana katarak, önündeki aracı sağından geçenler bunlardır. Ancak kuralları çiğneyerek kendilerini kanıtladıklarını sanırlar. Her türlü kuralı çiğneyip; polis durdurunca da bin dereden su getirenler, yalvaranlar, "rüşvet"e zorlayanlar bunlardır.

Genellikle İstanbul plakalıdırlar. Gençliğimde İstanbul plakası saygı uyandırırdı, şimdilerde görmemişliğin, densizliğin, utanmasızlığın simgesi gibi...

Bu son bayramda ölen ikiyüzün üzerinde insanın büyük bölümü bu türlü kişilerin kurbanlarıdır. Bir kişinin "sürücü belgesi" alabilmesi için önce insan olması gerekmez mi? Bir çok ülkede psikologlar da girer devreye sürücü belgesi alabileceklerin saptanmasında...

Öyle ya, kişi en az insanlık niteliklerine ulaşmış mı bakalım?

20 Nisan 1998

3 Eylül 2010 Cuma

Tenedos-Bozcaada: Adada Fısıltı Gazetesi

Tenedos-Bozcaada: Adada Fısıltı Gazetesi

Adada Fısıltı Gazetesi

Seneler evvel, daha önce duyurulan ve herkese açık bir toplantı yapmıştık.

20-25 kişilik küçük bir grup sıradan insanlar katılmıştık.

Herkesi ilgilendiren bir konu ve onunla ilgili sorunlar konuşulmuştu.

Konu ile ilgili kurumdan katılanlar pek dertlenmiş, şikayet ve eleştirilerini dile getirmişlerdi.

Herkes içtenlikle fikrini, yaşadıklarını, dileklerini anlattı.

Sorunlar ve konu önemliydi ve acaba ne yapılabilir diye düşünmüştüm.

Bu nedenle konuşulanları derleyip toplayıp yazılı hale getirmiş ve özel bir internet çevriminde paylaşmıştım.

Ertesi gün sabahtan en yüksek yönetici tarafından  "makama" davet edildim.

Bir gün önce konuşulanlar sorgulanmış ve "bir daha olmasın böyle kalkışmalar" tonunda "ihtar" almıştım.

"Bir daha olmasın" kısmı tabi sadece eleştirilerdi.

Aynı gün konu birden öyle dallandı budaklandı ki, toplantıya katılanlar gördüklerinde birbirine korkuyla,

"Haberin var mı konuşulanları teybe almışlar, internette yayınlamışlar, katılanları tek tek sorguluyorlarmış" diye fısıldıyordu.

Öğleden sonra bana ilk fısıldandığında önce ben de korkuyla irkildim.

"Kim?" sorusu aklıma ilk hücüm eden soruydu?

Kim teybe kaydetmiş ve internette yayınlamış olabilirdi?

Tüm katılanları zihmimden geçiriyor, hiç kimse için "yapmıştır" diyemiyordum.

Ve bir an sonra kahkahayı bastım.

Ben kaydetmiştim tabi ki.

Ama teybe falan değil.

Düzgün biçimde konuşulan konuları, eleştirileri ve görüşleri not haline getirmiş ve üye sayısı kısıtlı bir grupla paylaşmıştım.

"Çok yüksek amir" de buradan okumuş ve beni çağırmıştı.

Yanından çıkınca sadece onun yanındaki "en yakınlarına" görüşmeyi anlatmıştım.

Ve aynı gün içinde akşamüstü fısıltı beni bile ürpertecek biçimde bana gelmişti.


Tüm bunlar bu akşamüstü aklıma geliverdi.

Nedeni dünden beri adada dolaşan bir başka fısıltı.

"İstanbullu" (bilmeyenler için not: adalılar için tüm turistler ve dışarıdan gelenler istanbulludur) bir doktor,

balıkhane ya da lokantalardan birinde oturur ve balık ismarlar.

Kendisine "kalkan" diye vatoz yedirilir.

Bunu farkeden doktor adisyonu aldığı gibi soluğu savcılıkta alır.

Şimdi gelelim sorulara.

"İstanbullu doktor" adada kalkan olmadığını bilmez mi? Bilirse niye sipariş verir?

Diyelim ki bilmez, balık önüne gelince de mi anlamaz?

Diyelim ki anlamadı peki yedikten sonra nasıl anlar da soluğu savcılıkta alır?

Tüm bu soruların cevabını bilmiyorum.

Merak da etmiyorum doğrusu.

Ama fısıltı gazetesinin gücünü biliyorum.

İşletme adı telafuz edilirse yandı. Edilmezse hepsi yandı,

Ada da yandı aslında.

Çünkü:

Daha sonra yaptığımız toplantılara "o" toplantıya katılanlar bir daha hiç katılmamıştı.

29 Ağustos 2010 Pazar

Adada Sabah Kahvaltısı

Yaz günlerinde terketmek zorunda kaldığım bir keyfi bu sabah yaşayayım dedim...
Fırından az börek alıp Çınaraltına gittim. Güç bela boş bir masa buldum.
Ama o da ne?
Börek kışınki lezzetinde değildi. Tatsız tuzsuz olmuş.
Gelen çay ise zehir gibiydi.
Yan masalara göz attım.
Bir çift tabaklarındakini be bardaklarındakini olduğu gibi bırakıp kalktılar.
Garsonla konuşurlarken kulak misafiri oldum. Oldukça yüklü bir parayı ses çıkarmadan  ödediler.

İşte yazın Ada bu.

Basından izlediğim kadarıyla, diğer turistik yerler de farklı değil.
Kitle turizminin girdiği her yer böyle: herşey kalitesiz ve pahalı.

Bunun ekonomik ve sosyolojik birçok nedeni var biliyorum.
Ama temeldeki nedenlerden biri galiba psikolojik olan:
Bizim toplumumuzdaki bireyler "hayır" demeyi bilmiyorlar. Hiç öğrenemiyorlar çünkü daha küçük yaşlardan.
Önce ana babaya, sonra öğretmene, sonra büyüklere, sonra amirlere, yöneticilere "hayır" de de gör gününü...
 Bakıştan azarlamaya, dayaktan sürgüne birçok cezası var "hayır" demenin.

Dolayısıyla esnaf:
"hayır yerimiz yok" demek yerine iki masa daha atıyor.
"hayır çayımız yok" demek yerine demlenmemiş çayı sunuyor.
"hayır servis veremiyoruz" demek yerine evde kendi suyunu kalkıp almayan adamlar ya da çocuklara servis yaptırıyor.

Dolayısıyla "turistler":
"hayır bu yemek yenmez" diyemiyor.
"hayır bu servis kabul edilemez" diyemiyor.
"hayır bu fiyat kabul edilemez" deyip kalkmıyor.

Bedelini ödüyor ve gidiyor.
Bedelini hepimiz ödüyoruz-bu korkunç öğrenilmiş çaresizliğin.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Başkanın Talihsiz Demeci

Başkan deniz otobüsü ile yazın gelenlerin Adaya bir fayda sağlamadıklarını, yiyecek ve içeceklerini yanlarında getirdiklerini, güneşlenip denize girip bir de çöplerini bırakarak adadan ayrıldıklarını dolayısıyla esnaf ve otel pansiyon sahiplerine bir faydalarının bulunmadığını, bu nedenle de deniz otobüsü seferlerinin yaz sezonu için gözden geçirileceğini söylüyor özetle.

Tam bir "tut kelin perçeminden" durumu.

Hiç kimsenin seyahat özgürlüğünü kısıtlayamazsınız, biiiiiiiiiiiiir.

Deniz otobüsü seferleri konulsun diye çaba gösterenlerin başında başkan geliyor, ikiiiiiiiiii.

İnsanların adaya geliş amacı esnafı ve pansiyon otel sahiplerini zengin etmek değildir üüüüüüüüüç.

(Neden insanlar yiyecek hatta içeceklerini dışardan getirme gereği duyarlar acaba?)

Yıllardır sürdürülebilir bir turizm politikası oluşturmayıp insanları "adanın temiz deniz ve muhteşem plajlarına" çağırmayı marifet saymanın sonuçları bunlar dööööööööööört.

Çöp kutusundan kanalizasyonuna, yollarından su şebekesine "saldım çayıra mevlam kayıra" bir alt yapı oluşturma ve sürdürme gafletinin meyveleri bunlar beeeeeeeeeeeeeş.

Eminim saymaya kalksanız, daha çok sayarsınız.

Fazla lafa gerek yok.

En güzel resimler anlatır: (Başkanın demeci tahrik etti doğrusu paylaşmak için!)


Belediyenin arazözü foseptikten çektiğini göztepenin altına boşaltırken!



Kanalizasyon arka denize akarken!


Kanalizasyon suları yollarda akarken! Esnaf yolları kaparken!

Daha binlerce resim var.

Kötü yönetimi belgeleyen.

Ve  "bir kısım Bozcaadalı" hiç ama hiç utanmıyor.

8 Ağustos 2010 Pazar

Fırsatlar ve Fırsatçılar Adası Bozcaada

Bozcaada geçen yıl dünyanın en güzel 4. adası seçilMİŞ.
Bozcaadanın gerçekten de öyle olma şansı var eğer fırsat verilirSE.
Kimin tarafından mı?
Fırsatçılar tarafından.
Şu anda memlekette enflasyon yok.
Ama adada birçok şeye yüzde yüz zam var.
En taze örnek çınaraltı kahvesi.
Cumartesi oldu zam oldu.
Hafta bitti ya.

Anlayış şu:
Akarken pahalı satalım çok kazanalım.
 Fiyat turiste göre.
Çok para kazanınca karşıdan ev alalım orada oturalım.
Yaz gelince adaya gidip dükkanları açalım. Yine kazanalım ve bir araba alalım.
Öbür yaz yine gelip dükkanları açalım ve para kazanalım.
Turistler de zaten dışarıdan geliyor.
Garsonlar da, bulaşıkçılar da, işletmeciler de, domates-biber-patlican da, balık da rakı da.
Yani turistlerle birlikte geleceğiz ve dükkanları açacağız.
Turistlerle birlikte de gideceğiz.
Onlar kazıklanmış ve mutlu.
Biz kazıklamış ve mutlu.
Aynı gemiyle karşıya geçeceğiz.
Bir dahaki sezona kadar.
Seneye hep birlikte yine adaya geleceğiz.
Kimbilir bir gün gelir, gelirken üzümümüzü ve şarabımızı da getiririz gelirken.

Ada koca bir tatil köyü oldu.
Kapısı sezondan ve bayramdan bayrama açılan.
Adalılar mı?

Yazarın dediği gibi '' o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler''.