5 Mart 2016 Cumartesi

2300 Yıl Öncesinden...

Teofrast

Lesvos (Midilli) adasında M.Ö. 372 yılında doğan Tirtam okul çağına geldiğinde önce adada eğitim görür, sonra daha ileri eğitim için Atina’ya gönderilir ve hayatının sonuna kadar orada kalır. Dönemin en ünlü öğretmeni olan Platon (Eflatun) dan Platon Akademisinde dersler alır. 
Orada Platon’un bir başka ünlü öğrencisiyle tanışır ve ondan felsefe dersleri alır. Yardımcısı olur ve kendi akademisini oluşturmasına yardım eder. Felsefe öğretmeni olan Aristo, güzel konuşmasından dolayı adını önce Eufrast koymuş, sonra ise tanrılar gibi konuşan anlamında, Teofrast olarak değiştirmiştir. Büyük İskender’in de öğretmeni ve danışmanı olan Aristo, İskender’in ölümünden sonra şehri terk etmek zorunda kalır. Okulunu ve kütüphanesini güvendiği Teofrast’a bırakır. Ölümüne kadar geçen 35 yıl içerisinde Teofrast Okulu ve Aristo ekolünü geliştirir, 250nin üzerinde eser verir. Günümüze kadar birçok maceradan sonra, bunlardan sadece ikisi kalır.
Teofrast’ın günümüze ulaşan bu iki eserinden daha ünlüsü, Karakterler adlı eseridir. Kaba bir hesapla günümüzden 2300 yıl öncesinde yazılmış bu eser, “yeryüzünde değişen bir şey yok” dedirtecek canlılık ve güncelliktedir. Yazar döneminin toplumundaki insan çizgilerinin adeta sözle karikatürlerini çizmiştir. Satırları metafizik değil ampiriktir. İnsan davranışına ilişkin keskin gözlemlerinin güçlü anlatımı ile yazılmışlardır.
Eserde, olumsuz 30 insan çizgisi anlatılmaktadır. Edebi olma kaygısı taşımayan günlük bir dille yazılmış olan eser, muhtemeldir ki yazılmış ve günümüze gelememiş olan ya da yazılacak olan ve yazılamamış bir tiyatro eserinin eskizleridir. Ve yine muhtemeldir ki olumlu insan çizgilerini içeren bölümü günümüze ulaşmamıştır…

Bu haliyle bile yazılmış olsalar, Teofras’ın Karakterleri, kendisinden yüz yıl öncesinin Eshid, Sofokles ve Euripides gibi klasik tragedya yazarlarının karakterlerinden oldukça farklıdırlar.  Yağlı boya ile portreleri çizilmiş kadar gerçekçi ve hayatın günlük telaşı içerisindedirler. En önemlisi de o zamandan bu zamana yeryüzü binlerce kez güneşin etrafında dönmüş ise de insanının davranışlarının değişmeyen çizgilerini yakalayabilmiş olmasıdır. 
Aşağıda Teofrast'ın Karakterler'inin kısaltılmış çevirisini ile birlikte kim bilir, belki kendinizden ve çevrenizden çok şeyler bulacaksınız. 

I.  İkiyüzlü
Bakın nasıldır ikiyüzlü kişi: düşmanına gidip onunla konuşarak nefretini gizleyebilir. Arkadan birine kötülük yapmıştır – yüz yüze geldiğinde onu över hatta ona üzüntülerini bildirir. Arkasından konuşanlar olduğunda darılmaz onları affeder. Haksızlık ettiği birisi ona tepkisini söylediğinde duygusuzdur. Acele görüşmek istediğinde ise işi vardır, başka zaman görüşelim der.
Asla yaptığı şeyi söylemez, daha düşündüğünü ve henüz geldiğini söyler. Pazarda bir şey sattığında satamadığı söyler, aksine satamadığında ise sattığını söyler…
Bir şey duymuştur, haberim yok der, gördüğü şeye de görmedim. Söylediği şeyi hatırlamadım der. “Düşüneceğim, bilmiyorum, hayret, ben de öyle düşünüyorum” ve “inanmıyorum, düşünmüyorum, çok şaşırdım” onun sözleridir. 

II. Yaltaklanan
Yaltakçılığı, yaltaklanan kişinin fayda sağladığı kişilerle ilişkilerindeki haysiyet yoksunluğu olarak tanımlayabiliriz. Bakın yaltakçı nasıldır. Seninle birlikte yürür ve “Bak herkes sana bakıyor. Kasabamızda böylesi yok. Geçen gün otuz kişi bir araya geldik ve konuşurken konu kimin en düzgün kişi olduğuna geldi. Başta ben olmak üzere herkes bu kişinin sen olduğunu söyledi”. Bunu yaparken de elbisenin üstündeki bir ipi alır, saçının-sakalının arasındaki bir çöpü ve gülerek şöyle der: “görüyor musun bak, iki gün seninle görüşmedik ve saçın başın karışmış. Ama senden başka kim böyle güzel saç-sakala sahip ki…”
Bir şey söylemeye kalksan herkesi susturur. Şarkı söylesen över, sustuğunda “harika” der. Kötü bir şaka dahi yapsan güler ve elbisesini ile ağzını kapatır çok gülüyormuş gibi.  Karşına çıkan insanlara “çekilin” diye bağırır. Çocuklarına elma ya da armut alır ama onlara sen varken verir, onları öper ve “iyi babanın çocukları” der.  Seninle ayakkabı almaya gelir ve “ne güzel ayaklar, bu ayakkabı yakışmadı” der. Bir dostuna gideceksen, önden gider ve “sana geliyor” der, sonra sana gelir ve “ona söyledim geldiğini” der.  Sana olmayacak yerlerden hediyeler alır. Misafirinse, şarabı il o över ve “ne muhteşem sofra” der. Üşüyüp üşümediğini sorar ve sen cevap verene kadar üstüne bir örtü örter. Başkalarının yanında kulağına fısıldayarak konuşur, başkalarıyla konuşurken sana bakar. Tiyatroda kölenin elinden yastığı kapar ve senin oturacağın yere koyar.  Evinin yapısını, tarlalarının bakımını ve yapılan resmini över.
III. Çalçene
Çal çenelik düşünülmeden ve boş şeyler konusunda sonsuza kadar konuşabilmedir. Çalçene şunu yapar. Tanımadığı birisinin yanına oturur ve önce karısını över.  Sonra gece gördüğü rüyayı anlatır. Daha sonra en ince ayrıntısıyla yediği öğle yemeğini anlatır. Oradan insanların eskiye göre ahlaksız olduklarını, pazarda buğday fiyatlarının çok iyi olmadığını, kasabada çok yabancı olduğunu, bayramdan sonra denizin daha sakin olduğunu ve yüzmek için ideal olduğunu, Zeus biraz daha yağmur yağdırırsa ürünün iyi olacağını, tiyatronun sütunlarının sayısını… Sonra der ki “dün istifra ettim” ve arkasından sorar “bugün günlerden ne”? Tahammül edip kendiliğinden gitsin diye beklersen bu asla olmaz.

IV. Sütübozuk
Sütü bozukluk görgüsüzlükle ifadesini bulan cehalet olarak tanımlanabilir. Bir toplantıya gitmeden işkembe çorbasını tıka basa yer ve orada parfümün işkembe çorbasından daha hoş olmadığını iddia eder. Kocaman ayakkabılar giyer ve yüksek sesle konuşur. En yakın dostlarına güvenmez toplantıda olanları hizmetkarları ile paylaşır.
Oturduğunda elbisesini dizlerinin üstüne öyle çeker ki başka yerleri görünür, aldırış etmez. Sokakta hiçbir şet dikkatini çekmez ama sığır, eşek ya da bir keçi gördüğünde durup inceler. Acıktığında sadece kendisine yemek hazırlar. Herkes sofradayken hayvanlara yem vermeye gider. Kapı çalındığında kapıyı kendi açar ve köpeğini çağırır, burnundan tutar ve şöyle der “bu evin bekçisi bu…”.
Alacağı olduğunda, kendisine verilen gümüş parayı silinmiş ve hafif diye reddeder ve değiştirilmesinde ısrar eder. Birisine ödünç saban, sepet, tırpan ya da torba verdiğinde gece uyku tutmaz ve hemen gidip ister. Kasabaya inerken ilk gördüğünü durdurur ve deri ile tuzlu balık fiyatlarını sorar; sonra da tıraş olacağını ve tuzlu balık almayacağını söyler.
V. Yağcı
Kişinin, yakışık alıp almadığını düşünmeksizin, şeref ve haysiyetini gözetmeksizin başkalarıyla ilişkilerinde onlara haz sağlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir. Bakın yağcı nasıl davranır. Daha uzaktan selam verir, olağanüstü bir insan olduğunu söyler, iltifatlara boğar ve iki eliyle seni tutar, bırakmaz. Seninle biraz yürür, tekrar ne zaman görüşeceğinizi sorar ve tekrar iltifatlar yağdırır. Hakem olarak görüşüne başvurulduğunda sadece kendisine başvuran tarafa değiş her iki tarafa da yaranmak için helak olur.  Yabancı birine, hemşerilerine göre daha haklı olduğunu söyleyebilir.

VI. Utanmaz
Utanmazlık ısrarla utanç verici şeyler yapmak ve konuşmak olarak tanımlanabilir. Bakın utanmaz adam nasıl birisidir. Hemen yemin etmeye hazırdır. Kavgacı ve sokak ağızı ile konuşur, her şeyi yapabilir ve her şey ondan beklenir.
İçkili olmadan da üstünü başını çıkarıp göbek atabilir. Panayır olduğunda seyircilerden para toplarken bulur kendini ve vermeyenlerle kavgaya tutuşur. Onun için utanılacak iş yoktur, her işi yapabilir. Kumar oynayabilir, ailesine bakmaz. Evinden çok hapishanede yaşayabilir.
En kalabalık ve bayram günlerini seçerek yolda giden birini çevirir ve yüksek sesle bağırır çağırır, küfür eder ve etrafında seyirci toplar. Söyledikleri utanmazca ve bayağıdır bu nedenle kimse sonuna kadar dinlemez, uzaklaşır.
Aynı anda birçok davası vardır: kiminde sanık, kiminde müşteki; kiminde yalan yeminle kurtulur, göğsünde bir tomar dilekçe ve belge ile gezer.
Sokak serserilerinin başına geçmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Hemen borç verir ama günde yüzde yirmi beş faiz ister. Faiz toplamak için meyhane ve dükkânları kendi dolaşır.

VII. Geveze
Gevezelik nedir derseniz, konuşmada kendini tutamamaktır. Bakın nasıl bir adamdır geveze. Onunla karşılaşıp bir şey söylediğinde, anında sana işin öyle olmadığını, kendisinin her şeyi bildiğini ve eğer biraz vaktin varsa her şeyin doğrusunu sadece ondan öğrenebileceğini söyler. Araya girip bir şey söylemeye çalıştığında, “sözünü balla kestim, diyeceğini unutma; iyi ki aklıma getirdin az daha unutuyordum; çabuk çaktın meseleyi; bak benim dediğime geldin ” diye konuşturmaz ve sözünü keser. Onunla konuşurken sözünü kesmesin diye rahat nefes bile alamazsın.
Ayrı ayrı birkaç kişiyi artık yorduğunda başka bir grup insanın yanına gidip onları işlerini bırakıp kaçırtabilir. Eve gitmen gerektiğini söyleyip kaçmak istediğinde konuşarak seni evine kadar geçirir.
Mecliste neler olduğunu ona sorduğunda; olanları, en ince ayrıntısına kadar tüm tartışmaları, bu meseleler ile ilgili geçmişte yaşanan tüm sorun ve tartışmaları, geçmişte kendi söylediklerini anlatır. Anlatırken öyle kendinden geçer ki dinleyenler sıkılır, bir kısmı kalkar gider, diğerleri dinliyormuş gibi yapar ama dinlemez, dinleyenler konunun ne olduğunu unutur.
Onunla iş yaparsan, iş yaptırmaz; tiyatroda yanında oturursa izletmez; beraber yemek yersen yemek yedirmez.

VIII. Dedikoducu
Dedikoduculuk, dedikoducunun insanların inanmalarını istediği olmayan şeylerle ilgili haberler uydurmaktır. Bakın nasıl biridir o. Arkadaşınsa ve yolda karşılaşırsanız yüzü aydınlanır, size gülümser ve sorar: “Nereden geliyorsun? Yeni bir şey var mı? İnanamıyorum, hiç mi haberin olmadı?” ve sormaya devam eder “Senin yanında konuşmadılar mı? Hayret. Neler neler konuşuluyor hâlbuki”. Cevap vermeni beklemeden devam eder: “Demek öyle. Hiçbir şey duymadın. Sana anlatayım, aklın duracak şimdi.”  Ve başlıyor anlatmaya. Bir askerden, ya da flütçü Asti’in kölesinden, ya da savaş yerinden yeni dönmüş olan bir tüccardan duymuş – haber kaynakları genellikle doğrulatamayacağın kaynaklar.
Onlar demiş ki, Poliperhon ve kral savaşı kazanmış,  Kasandr ise esir alınmış. (Poliperhon Büyük İskender’in komutanlarından ve Makedonya’nın yöneticisidir. Bölgede o dönemde üç kral bulunmakta ve aralarındaki savaşlar 10 yıl sürmüştür (M.Ö. 319-309). Oğlu Kasandr ile birlikte bu savaşlara katılmıştır.) Yanılıp sorarsan, “peki sen buna inanıyor musun?” diye cevabı uzun olacak. “Tabi ki öyle olmuş, herkes bunu konuşuyor, duymayan kalmamış. Savaş tam bir can pazarı olmuş.  Görevlilerin yüzlerinden belliymiş morallerinin ne kadar bozuk olduğu. Bir başka yerden duyduğuna göre, Makedonya’dan gelen ve her şeyi görmüş olan bir adamı beş gündür bilinmeyen bir evde kapalı tutuyorlarmış ki olanları anlatmasın.” Tüm bunları anlatırken de sözlerinin etkisini arttırmak için ahlayıp vahlamaktadır: “Zavallı Kasandr. Hiç şansı yok. Şu kadere bakar mısın? Bir de o kadar güçlü görünüyordu ki… Sakın dediklerimi başkalarına anlatma, aramızda kalsın.” Halbuki tüm kasabaya anlatmıştır…

IX Yüzsüz
Haksız bir çıkar uğruna insanların inanç, fikir ve kanaatleri tanımazlık ve aldırış etmeme olarak tanımlanabilir.  Yüzsüz, daha önce dolandırdığı kişiden tekrar borç isteyebilir. Kestiği kurbanı tuzlayıp kaldırdıktan sonra başkasının sofrasına oturup, üstelik kölesini çağırarak ona da ekmek ve et verip “Hadi tıkın bakalım Tibie” diyebilir.
Kasap dükkanına gittiğinde, kasaba bir zamanlar ona yaptığı iyiliği hatırlatır ve tartıya bir parça et daha fazla olmazsa çorbalık bir kemik eklemek için tepesine dikilir.  Becerebilirse çok memnundur, beceremezse, çıkarken tezgahın üstündeki temizlenmiş bağırsakları kapar ve sırıtarak dışarıya fırlar.
Tiyatro gösterileri için başka yerden misafirleri gelirse onların parası ile kendine de bilet alır. Sadece kendisi olsa iyi, oğulları ve onların öğretmenine de… Birisi uygun fiyata bir şey satın aldığında, aynı fiyattan o da almak için var gücü ile bastırır.  Komşusundan ödünç buğday ya da çavdar ister, komşuları verdiğinde eve kadar getirmeleri için ısrar eder.
Hamama gittiğinde sıcak su kazanlarının başına geçer ve tası kafasından aşağıya boca eder. Giderken ise hamamcıya, “Ne parası istiyorsun, ben kendim yıkandım” der.

X. Sıkı
Sıkılık ölçüsüz tasarruf etme halidir. Sıkı bir adam nasıldır? Alacağı olan kişiye gidip daha zaman dolmadan faizini isteyebilir. Ortaklaşa düzenlenen bir yemekte kendisi de dahil herkesin kaç kadeh içtiğini sayar. Kendisine gelen hesap ne kadar düşük de olsa söylenir ve kazıklandığını iddia eder.
Kölelerinden birisi tabak ya da çanak kırsa günlük yemeğinden keser. Karısı bir bozuk parayı evde düşürse bütün evin altını üstüne getirir. Sana bir şey satacaksa alamayacağın bir fiyata satmak ister.
Bahçesinden tek bir incir koparmana, tarlasından geçmene ne de yere düşmüş bir zeytin ya da hurmayı almana izin vermez. Her gün tarlanın sınırındaki taşları kontrol etmeye gider. Bozcunu bir gün geçirsen ödeyeceğin faizin faizini senden ister.
Yemeğe misafir çağırdığında etleri küçük lokmalara böler. Pazara gider ve hiçbir şey almadan geri döner. Karısına, komşulara tuz, fitil, kimyon gibi şeyleri vermeyi yasaklar: yıla vurunca dünyayı tutarmış diye.
Bu tür sıkı insanlarda küflenmiş sandıklar ve paslanmış anahtarlar çok olur. Giysileri bir yerleri görünecek kadar kısadır, kafalarını derisine kadar kazıtırlar, ayakkabılarını akşam vakti giyerler, terziye elbise verdiklerinde yamaların kalın olmasında ısrar ederler.

XI. Küstah
Küstahlığı tanımak zor değildir. Arsızca ve kırıcı alaycılık içeren şakacılık da denilebilir. Bakın kibirli ne yapar. Yolda bir kadınla karşılaştığında eteklerini kaldırıp edep yerlerini gösterebilir. Tiyatroda herkes kestiğinde alkışa başlayabilir. Herkesin beğeni ile izlediği artistleri ıslıklayabilir. Sessizlik olduğunda geğirir ki tiyatrodakiler dönüp ona baksınlar.
Pazarın en kalabalık olduğu öğlen vakti tezgahların önüne geçer ve tezgahtaki ceviz ve meyvelerden yiyerek satıcıları lafa tutar. Az tanıdığı birisi yanından geçtiğinde adıyla ona bağırarak seslenir. Acele eden birini görünce onu oyalar. Mahkemede davayı kaybetmiş olanın yanına gider ve onunla şakalaşır. Ayine katıldığında kutsal kadehi yere düşürür ve gülmekten katılır. Müzik dinlediğinde el çırpar, ıslık çalar ve çabuk bitirdiler diye azarlar.

XII: Patavatsız
Patavatsızlık, insanları rahatsız eden şeylerin neler olduğu ve ne zaman yapılmaması gerektiği konusundaki algı yetersizliğidir.  Örneğin patavatsız en meşgul olduğun zaman seninle sohbet etmeye gelir. Üşütmeden dolayı ateşi çıkmış olan sevgilisine şarkı söyleyeceği tutar. Şahitlik etmek için çağırdıklarında karardan sonra gelir. Düğüne davet edilip gittiğinde düğün boyunca kadınlar aleyhinde konuşur. Arkadaşı uzun yoldan yorgun gelmiştir, ona biraz dolaşmayı teklif eder.
Sen malını sattıktan sonra ona daha yüksek fiyat vermeye hazır müşteri getirebilir. Uzun zaman tartışma konusu olmuş bir konuyu tam uzlaşma sağlandığında kalkar ve gündeme getirir. İhtiyaç duymayacağınız ama kibarlıktan ret edemeyeceğiniz bir iyilik yapmak için canla başla çalışmaya girişir. Tam bayram üstü, parası bittiğinde gelip hesaplaşmak ister. İki taraf uzlaşmak için hakemlik etmesini isterler, aksine onları birbirine düşürmek için uğraşır. Canı oynamak istediğinde etrafındakileri zorla çekiştirerek kaldırmaya çalışır…

XIII. İşgüzar
İşgüzarlık söz ve hareketlerde iyi niyetli ölçüsüzlüktür. Böyle bir adam gücünün yetmeyeceği bir şey için hemen söz verir. İnsanlar bir konu hakkında karar birliğine vardıklarında işgüzar kabulü mümkün olmayan gerekçelerle itiraz eden tek kişidir.
Hizmetkarlarına misafirlerin içebileceğinden çok daha fazla şarap hazırlatır. Tanımadığı kişilerin bilmediği bir konuda tartıştıklarını gördüğünde hemen barıştırmak için araya girer. Asker ise komutanın yanına gidip ne zaman savaşacaklarını ve yarın için emirlerinin ne olacağını sorar.
Babasına gidip annesinin yattığını ve uyuduğunu söyler. Hekim hastaya şarap verilmemesi gerektiğini söylediğinde, zararlı olup olmadığını anlamak için sarhoş olana kadar içer. Bir kadın öldüğünde mezar taşına, doğduğu yer ve adı dışında, kocasının, annesinin, babasının, kardeşlerinin de adını yazar ve şöyle bitirir: bunların hepsi iffetli insanlardı. Yemin etmesi gerektiğinde etrafındakilere, “ben kaç kez yemin ettim şimdiye kadar, bir bilseniz…”.

XIV. Sersem               
Sersemliği tarif etmek için şunu söyleyebiliriz: kendini sözlerde ve davranışlarda gösteren aklın hareketsizliği halidir.  Sersem örneğin, önünde abaküsle hesap yapar, sonucu alır ve komşusuna döner: “ne kadar ediyor”? Mahkemesi olduğunda gideceği tarihi unutup o gün köye gider. Tiyatroya gittiğinde ise orada uykuya dalar, gösteri biter, herkes evine gider, o ise orada kalır.
Bir şey alır ve güvenli bir yere koyar, sonra yerini unutur ve bulamaz. Bir arkadaşının ölüm haberini verdiklerinde üzülür, ağlamaya başlar ve “iyi yolculuklar” der.
Birisi ona borcunu öderken şahit çağırabilir. Kışın salatalık almadığı için kölesine kızabilir. Çocuklarına koşma ve güreş antrenmanı yaptırır ve yorgunluktan canlarını çıkarabilir. Tarlada kendine yemek pişirdiğinde iki defa tuz koyar ve yiyemez.
Yağmur yağar ve hava kararırsa insanlar “göz gözü görmüyor” derken o “ne gökyüzü var bu gece ve yıldızlar…” der. Birisi ona dese ki, “bu mezarlığın kapısından kaç kişi geçti sence?”, “bize de o kadarı nasip olur umarım” diye cevap verir.

XV. Aksi (nemrut)
Aksilik özellikle iletişimde kendini gösteren insan ilişkilerinde dostça olmayan tutumu anlatır. Örneğin aksi birine, “filanca nerededir?” diye sorulduğunda, cevabı “beni rahat bırak” olur. Selam verirsin, almaz. Satmak için pazara bir şey çıkarmıştır, ne kadar istediğini soranlara “sence ne eder” diye sorar.
Birisi ona saygısını belirtmek için bayramda hediye gönderse, öylesine göndermediğini, kendisinin de bir şey beklediği için gönderdiğini söyler. İstemeden birisi çarpsa ya da ayağına basıp özür dilese, özrü kabul etmez.  Ortak bir şey için dostu gelip onun da para vererek katılmasını istese vermez; bir süre sonra kendisi götürür ve şöyle der “bu da havaya gitti”.
Yolda ayağı taşa takılsa taşa lanet eder. Hiç kimseye uzun süre tahammül edemez. Ne şarkı söyletebilirsin, ne oyun oynatabilirsin. Tanrılara bile yalvarmamaya vardırır işi… 

XVI. Cahil
Cahil batıl inançları nedeniyle tanrısal güçlerden korkan kişidir. Bakın cahil neler yapar. Kedi önünden geçtiğinde yoldan önce başka bir insanının geçmesini beklemekte ya da yolun ötesine üç taş atarak devam yürümeye etmektedir. 
Evinde pareia yılanı gördüğünde Sabaziy çağırmaktadır (bir çeşit ayin yapmaktadır). Kutsal yılanı gördüğü yere ise dua yeri inşa etmektedir. Kavşakta yağlı taş var ise kendi taşıdığı kutsal yağdan sürmeden ve dizleri üstünde dua etmeden geçmez. 
Un torbasını fare kemirse hemen falcıya gider ve ne yapması gerektiğini sorar.  Falcı, torbayı dericiye ver ve tamir ettir dese de onu dinlemez ve eve dönerek arınma kurbanı verir.
Evinde devamlı arındırma ayinleri yapar, aksi takdirde Hekata’nın lanetini çekeceğine inanır. Yolda giderken kukumav kuşu ötse durup, “Atina beni korusun” demeden yoluna devam etmez. Mezarlığa, ölünün yanına ve yeni doğum yapan kadının yanına hiçbir güç onu götüremez- kirlenmemesi daha iyidir.

XVII. Mızmız
Mızmızlık sana verilen her şeyden gerekçesiz olarak memnuniyetsizlik ifade etme halidir. Mızmız böyle bir adamdır. Dost olarak sofrandan ona hizmetkarınla bir şey gönderdiğinde, söylediği şey, “Çorba ile şaraba kıyamadı demek ki ve beni yemeğe çağırmadı” olur. Yağmur yağdığında Zeus’a teşekkür edeceğine çok geç yağdığı için söylenir. Yolda bir kese para bulduğunda, bir kere bile hazine bulamadığına hayıflanır. Uzun pazarlık sonrası bir köle satın aldığında satıcıya, “bu kadar ucuz verdiğine göre kim bilir hasta mıdır ki? ”der.
 Oğlun oldu diye sevinçli müjde verildiğinde, “ama gerçeği söylemek gerekirse mallarımın yarısı onun için gidecek” der. Oybirliği ile mahkemedeki davayı kazansa, lehime olan birçok şeyi söylemedi diye avukata kızar.  Sıkıntıdan onu kurtarmak için aralarında para toplayan arkadaşları yanılıp memnun olup olmadığını sorduğunda; “Memnun mu? Hepinize borçlu olduğumu bilerek ve üstelik yardım ettiğiniz için minnet duymam gerektiği halde? ”der.

XVIII. Şüpheci
Şüphecilik hiç kimsenin dürüst olmadığı ile ilgili kuşku taşıma halidir. Örneğin şüpheci bir kölesini pazara alışverişe gönderip diğerini de onun ne kadar harcadığını gizlice izlemesi için gönderir. Yolculuk ederken paralarını kendisi taşır ve her iki yüz metrede bir durup ne kadar olduklarını sayar.
Akşam yattığında sandık kilitli mi, gümüşlerin olduğu çekmece kapalı mı, dış kapının mandalı geçirildi mi diye karısını sorguya çeker. Karısı her şeyin yapıldığı teminatını verse de, elinde kandille ve yarı çıplak kontrol etmek için dolaşır. Ancak ondan sonra uykuya dalar ama çok da derin değil…
Ona borçluysan faizleri şahitlerle almaya gelir ki inkar edemeyesin. Terziye elbiselerini, birisi onun için teminat verdiyse verir, işi iyi yapması önemli değil. Gümüş alet edevatlarını asla ödünç vermez. Ancak yakın arkadaşı ya da akrabası isen verir o da neredeyse alırken ve verirken tartıla koyarak verir.
Kölesini önünde yürütür ki gözü önünde olsun ve yolda kaçmasın. Ondan bir şey satın aldığında ve acelen varsa, “ne kadar, sonra öderim” dediğinde sana “telaşlanma, seninle geleceğim ve işin bitene kadar bekleyeceğim” diye cevap verir.

XIX. Pasaklı
Pasaklılık insanları kendisinden uzaklaştıracak düzeyde vücut temizliği ile ilgili aldırmazlıktır. Nasıl bir insandır o? Pis, uyuz üstü başı kirli ve siyah tırnaklarla gezer ve bunun ailesi için geleneksel olduğunu söyler: babası ve dedesi de böyleymiş. Bir süre bir çocuk evlerinde kalsa o çocuğu ayaklarındaki kirden ve yaralardan tanıyabilir, parmaklarındaki sıyrıkları görebilir; bunların hiçbiri temizlenmez ve tedavi edilmez ta bir süre sonra kurtlanana kadar.
Koltuklarının altından hayvanın postuna benzeyen sık ve uzun kıllar dışarıya çıkmakta, dişleri ise simsiyah ve aşınmış bu nedenle ağzı kötü bir koku yayar etrafa.
Bunlarla da kalmaz pasaklının hali. Yemek yerken burnunu çeker. Kurban keserken her tarafı kan içinde kalır. Konuştuğunda etrafa tükürüklerini saçar. İçerse geğirir herkesin yanında. Evde kirli çarşaflarda yatar. Üstü başı lekeler içerisindedir ve bu haliyle meydana çıkmaktan utanmaz.

XX. Münasebetsiz
Yapışkanlığı zararsız ama insanları rahatsız edici davranış olarak tanımlayabiliriz. Yapışkan insanın davranışları işte böyledir. Tam uyursun, gelir seni uyandırır. Sohbet edecekmiş. Gideceksin, gemi hareket edecek seni oyalıyor. Bir iş için yanına gidiyorsun, gezintisini tamamlayıncaya kadar beklemeni rica eder.
Misafirliğe gittiklerinde bakıcının elinden çocuğu alır ve yedirmeye çalışır ve o zaman “babasının hazinesi”, diye öpüp koklayarak sever. Masada yemek yerken müshil aldığını ve yedikleri çorba kıvamında ve daha koyu renkte dışarıya çıktığını anlatır.
Hizmetkarların yanında annesine şunu rahatlıkla sorabilir: “anne beni nasıl doğurdun, anlatsana”. Onun yerine de cevap verir.
Öğlen yemeğine davet edildiğinde, suyu çok soğuk olan kuyusunun olduğunu, bahçesinde harika sebzeler yetiştiğini, aşçısının olağanüstü yemekler pişirdiğini, evinin kocaman ve her zaman insanla dolu olduğunu, arkadaşlarının dipsiz kuyu gibi çok içtiğini anlatır.

XX. Kendini beğenmiş
Kendini beğenmişlik hep birinci olma ve mükemmel olma küçük hırsını içerir. Kendini beğenmiş nasıl bir insandır? Yemeğe davet edildiğinde hemen ev sahibinin yanına kurulur. Oğlunun saçını kestirmek için onu ta Delfi’ye berbere götürür.  Etiyopyalı bir köle alır ve sokakta yürürken kendisine eşlik ettirir. Bir mina borcu varsa onu verirken yepyeni pırıl pırıl ufak paralarla geri verir.
Evinde karga ve ona bakırdan kafes ve içine merdivenler yapar. Öküz kurban ettiyse boynuzlarını temizler ve evinin kapısına asar ki insanlar geçerken öküz kurban ettiğini görsünler. Atlı gösteride yer aldıysa atı kölesiyle eve gönderir, kendisi atlı kıyafetiyle ve mahmuzlarıyla meydanda dolaşır. Malta cinsi köpeği ölür, ona mezar yaptırır ve üstüne yazar “Malta doğumlu Klados”.
Sık sık saçlarını traş ettirir ve dişlerini beyazlatır. Elbisesi daha yıpranmadan yenisi ile değiştirir. Parfüm sıkar. Meydanda en çok bankerlerin yanında görürsün. Tiyatroda stratejistlerin yanına oturur.
Pazara kendi ihtiyaçları için gitmez, hep başka şehirlerdeki arkadaşları için... Bizantiona zeytin, Kizik’e Isparta köpekleri, Rodos’a himetion balı gönderir. Bunu da herkese duyurmaktan geri kalmaz. Doğal olarak evinde maymun da besleyebilir; keklik ve Sicilya güvercini bakabilir; antilop boynuzundan zarlar, yuvarlak turi şişeleri, bükme Isparta bastonları, pers figürlü goblenler alabilir.

XXI. Cimri
Cimrilik, tasarruf etmede bir nevi şeref ve haysiyet yoksunluğu halidir. Bakın cimri nasıl bir adamdır. Tragedyalarla ilgili bir yarışma kazandığında Dionisyus için adadığı şey sadece kendi isminin yazıldığı incecik bir tahta parçası olur. (Adet mermer bir blok yaptırılmasıdır). Halk meclisinde ek vergi ya da bağış yapılması gerektiği konuşulduğunda hiç konuşmadan kalkıp toplantıyı terk eder.
Kızını evlendirirken kestiği kurban etinden din adamlarına düşen payı ayırdıktan sonra geri kalanını satar. Düğün yemeğinde servis yapanları kiralarken, yemeklerini gelmeden yemeleri koşulunu koyar. Müzler bayramında çocuklarını hasta oldukları bahanesiyle okula göndermez şenlikler için para yatırılması gerektiği için. Pazar dönüşü aldığı et ve sebzeleri kendisi taşır. .
Önceden vermeyi taahhüt ettiği parayı alacak arkadaşını uzaktan gördüğünde yolunu değiştirir ve evine gider. Karısını prika (çeyiz) ile almıştır ama ona hizmetçi tutmaz. Ayakkabılarında yamasız ve tamirsiz yer kalmamıştır ama toynak gibi sağlam olduklarını söyler.

XXIII. Uydurukçu
Kendini beğenmişliğin, olduğundan fazla veya hayali başarı ve zenginlikleri kişinin kendisine “yazdığı” konusunda herkes hemfikirdir. Kendini beğenmiş adam şunları yapar: Limanda durur ve yabancılara, deniz ticareti için çok büyük paralar yatırdığını, önce borç vererek başladığını ve sonra işi ele alarak çok para kazandığını anlatır. İşi o kadar abartır ki kölesini bankere hesaplarını kontrol etmesi için gönderir, halbuki bankerde kör kuruşu yoktur. Başka birisiyle konuştuğunda, İskender ile omuz omuza savaştığını, İskender’in onu çok sevdiğini ve kendisine bir takım değerli taşlarla süslü kupalar hediye ettiğini anlatır. Hayatı boyunca Atina dışına çıkmamış olsa da, Asyalı ustaların Avrupa’dakilerden çok daha iyi oldukları konusunda saatlerce söylev verebilir
Üçüncü kez Antipater’den (İskender’in sefere çıktığında Makedonya’yı yönetmesi için bıraktığı yönetici) kendisine Makedonya’dan gümrüksüz odun getirme izni verdiğini söyleyen mektup aldığını ama Makedonyalılarla çok yakın olduğu söylentisi çıkmasın diye kendisinin reddettiğini anlatır.
Kıtlık zamanı aç kalanlar için 30 bin drahmilik buğday aldığını anlatır. Hayır diyememiş!!! Onu tanımayanların yanına oturduğunda hesabı onlara yaptırır. Hayali borçlu isimleri söyleyerek alacaklarının 60 bin drahmi olduğunu ve bunları dostlarının zor durumda olduklarında harcadığını söyler. Bu paralara devletin gemilerinin onarımı ve tiyatrolar için harcadıkları dahil değildir.
Cins at satıcıların yanında dolanır ve alıcıymış gibi davranır.  Dükkana girip 12 bin drahmilik elbise seçer. Sonra kölesine paraları evde unuttuğu için bağırır çağırır. Kirada oturur ama bunu bilmeyen birisi ile karşılaştığında babasından kaldığını ve artık çok dar geldiğini, misafirlerinin sığmadığını, yakında satma niyetinde olduğunu anlatır.

XXIV. Kibirli
Kibirlilik kendisiyle ilgili olmayan konuların önemsenmemesidir. Bakın kibirli kişi nasıldır. Bir iş için acele görmen gerektiğinde, öğle yemeğinden sonra gezinti yapmaya çıktığında görüşeceğini söyler. Yaptığı bu iyiliği de hiç unutmaz.
Hakem olarak tayin edildiğinde iki tarafı dinler ve kararını bir yere giderken yolda söyler. Bir görev verildiğinde, çok meşgul olduğunu öne sürerek ret eder. Ona bir şey satacağında ya da alacağını istediğinde çok erken saatte evine çağırır. Yolda kimseyle konuşmaz: ya yere ya da burnu havaya bakarak gider – o anki keyfine göre. Dostlarını evine yemeğe çağırır ama onlarla yemek yemez, ev ahalisinden birisi misafirlerle ilgilenir. Birisinin yanına gittiğinde geldiğini haber vermesi için önden kölesini gönderir. Masaj yaptırdığında ya da yemek yediğinde yanına kimseyi sokmaz.

XXV. Korkak
Korkaklık korkunun yarattığı cesaretsizlik olarak tanımlanabilir. Ve işte şunları yapar korkak. Deniz yolculuğu yaparken bir kayalığı korsan gemisi olarak görebilir. Dalga yükseldiğinde kaptana kıyıdan yeterince açıkta olup olmadıklarını ve havanın nasıl olduğunu sorar. Sonra gece rüyasında kötü bir düş gördüğünü ve o nedenle huzursuz olduğunu anlatır. Elbiselerini çıkarıp kölesine verir ki, gemi batarsa ağırlık yapmasın ve kıyıya çıkarabilsinler.
Askerdeyse, tam çarpışma başlayacakken tanıdıklarını etrafına toplar gelenlerin düşman olup olmadığını kestiremediğini söyler. Çarpışma sırasında düşenleri görünce kılıcını unuttuğunu söyler ve almak için kampa geri döner. Yaralı bir tanıdığını getirdiklerini görünce koşarak yanına gider, taşınmasına yardım eder, moral verir, kanını siler, yaraya gelen sinekleri kovalar yeter ki savaş alanından uzak olsun. Boru çaldığında çadırından çıkmaz ve söylenir “ne gürültü bu böyle, bir uyutmadınız, cehenneme kadar yolunuz var”. Sonra başkasının kanıyla üstünü başını bulayıp savaş alanından gelen arkadaşlarına hayatını riske atarak birinin hayatını kurtardığını anlatır.

XXVI. Dalkavuk
Oligarşiyi iktidar ve ayrıcalık için bir tür açlık olarak tanımlayabiliriz. Oligarşiye bağlı adam olan dalkavuğun davranışları ise şöyledir. Panatenei ve Dionisos şenliklerini yönetecek olan arhont’un yardımcıları seçilecekken kürsüye çıkar ve seçilecek dokuz kişinin yetkisinin sınırsız olması gerektiğini söyler. On kişi seçilmesi teklif edildiğinde, “hayır, bir kişi bile yeter” der; yeter ki güçlü birisi olsun. 
Homeros’un tüm şiirinden sadece bir dizeyi ezbere bilir: “çoğunluğun iktidarı kötüdür, yönetici tek olmalı”.  Söyledikleri: “bir araya gelelim ve biz karar verelim. Kalabalık ve meydanla bağımızı koparalım. Onların verdiği görevler için uğraşarak takdir ve eleştirilere son verelim; ya onlar ya biz şehri terk edelim”.
Akşamüstü, sokak ve meydanlar boşaldığında dışarıya çıkar. Elbiselerine sarınmış, sakalı ve tırnakları düzgün kesilmiş, havalı ve şöyle dercesine: “bu şehirde ispiyoncudan geçilmiyor. Bu alçaklar yüzünden mahkemede insanın başına neler gelebilir. Kalabalıkların içinde yaşayanlara ve toplumla ilgili görev alanlara şaşırıyorum. Ne bekliyorlar? Halk daima memnuniyetsizdir ve ona sadaka verene aittir”. Halk toplantılarına gitmek bir felakettir. İlla ki yanına pis, yırtık bir tip oturur ve “bu vergileri bizden toplayanlar bu vergilerle bizi mahvediyorlar ”der.
“Halkın yöneticileri çekilmezmiş bir kesimmiş ve il suçlu da Tezei’dir, çünkü on iki şehri birleştirerek krallığı yok etmiş. Bu yüzden onun ilk kurban gitmesi adilaneymiş.” Yabancılara ve kendi gibi oligarşi yanlısı hemşerilerine hep bunları anlatır.

XXVII. Yaşlı Delikanlı
Yaşlı delikanlılığı yaşına uygun olmayan, gençlik meşgalelerine aşırı bağlılık olarak tanımlayabiliriz. Bir insan için gençleşiyor dendiğinde; altmış yaşında şiir ezberleyip onu topluluk önünde okumaya çalışıp başaramadığında, hafızası artık onu aldattığında denir.
Kahramanlar bayramında gençlerin katıldığı bayrak yarışlarına katılmak için gerekli harcı yatırır. Eğer davet ederlerse, Heraklios tapınağındaki kurban kesme törenlerinde hemen üstünü çıkarır ve vücudunu gösterir. Stadyumdan stadyuma gider ve antrenman yapar. Artistler geldiğinde üç-dört gösteriyi peş peşe izler ki şarkıları ezberleyebilsin. Ödünç aldığı atla köye gitmeye kalkar ve düşer kafasını kırar.
Dekadist gençler derneğinin üyesidir ve her on günde bir verilen yemeklerde başı çeker. Çocuklarının öğretmeninden yay ve ok kullanmayı öğrenir ama sanki biliyormuş gibi ona akıl verir.

XXVIII. Sivri dilli
Kötü konuşma, başkaları ile ilgili tek iyi söz etmemektir. Sivri dilli, şöyle bir insandır: şu kişi nasıl biridir diye sorsan, hemen başlar: “Madem ki sordun, genealoglar gibi cevap vereyim- ailesinden başlayalım. Babasına baştan Soziy (genellikle öle ismi) derlerdi, sonra asker olunca Sozistrat oldu, kayıtlarda Sozidem diye geçer. Annesi ise bilinen bir Trakyalı ailenin kızıdır, düşünebiliyor musun, adı beyaz saksağan, orada isimler öyle konulurmuş. O da annesi babası için yaramaz biridir, adeta sopa için yalvarır…”
“Şu evde oturan kadınlar kimdir?” hemen sıralamaya başlar “o kadınlar yoldan geçen yabancıları bile eve alırlar ve bacak sallarlar. Doğru söylüyorum. Köpekler gibi sokakta otururlar ve sadece erkekleri düşünürler. Hep kapıyı dinleştirirler ve çalındığında kendileri açarlar”.
Başka kötü konuşandan bahsedildiğinde. “ben hayatta bu kişi kadar kötü birisini görmedim. Yüzünün iticiliği yetmezmiş gibi içinin kötülüğünü hiç kimsede göremezsin. Bak ne yapıyor: Karısı ona çok yüklü bir çeyiz getirdi, üstelik erkek evlat da doğurdu o ise günde beş kuruş yemeklik para bırakıyor ve aralık ayında soğuk suyla yıkanmaya mecbur ediyor”.
Beraber oturduklarından birisi kalkıp gittiğinde kalkanın yakınları bile nasiplerini alırlar. Arkadaşları, yakınları hatta ölüler bile kötü sözlerinden kurtulamazlar. Sivri dillilik onun için söz ve kişilik hürriyeti hatta demokrasinin kendisidir. Hayatta kötü konuşmaktan daha çok zevk aldığı bir şey yoktur.

XXIX. Haset
Haset, kötüye bağlılıktır.  Haset kişi düşkün kimselerle arkadaşlık eder ki bilgisi artsın ve başkalarını korkutabilsin. Bir insan hakkında iyi konuşulduğunda, doğuştan herkesin kötü olduğunu ve istisna olmadığını söyler. İyi insanlarla alay eder, kötüler için ise önyargılardan arınmış biri, der. Böyle birisi suçlandığında başkalarıyla aynı fikirdeymiş gibi görünür ama onun adına mazeretler bulmaktan geri kalmaz. Ya akıllı biri, ya iyi arkadaş ya da becerikli, diye takdir eder. Hatta bu kadar beceriklisini görmedim, der.
Kötü insanları mecliste de mahkemede de savunur. Yanındakilere, adamı değil yaptığını yargılamak gerekir diye ikna etmeye çalışır. Bütün serseri yabancıların hamisidir ve onların avukatıdır. Hakimlik yapıyorsa tarafların iddialarını en uç ve kötü halleriyle ele alır.

XXX. Açgözlü  
Açgözlülük şeref ve haysiyet gözetmeksizin çıkarlarına düşkünlüktür. Bakın nasıldır açgözlü kişi. Yemek verdiğinde yeterli ekmeği sunmaz. Misafirliğe gelenden kaldığı günler için kira alır. Ortaklaşa hazırlanmış bir yemekte eti bölüştürme görevi ona düşerse, adil olanın bölüştürme işini üstlenenin iki parça almasıdır, deyip hemen kendine iki iyi parçayı ayırır.
Şarap sattığında dostlarına bile su katılmış olarak satar. Tiyatro gösterisine ancak ücretsiz oyun oynandığında gider ve çocuklarını da ona götürür. Görevli olarak bir yere gittiğinde devletin verdiği harcırahı evde bırakır ve gittiği yerden borç alır. Ona eşlik eden köleye taşıyabileceğinden daha fazla yük yükler ama daha az yemek verir. Ortak bir hediye geldiğinde hemen kendi payını satmak için ister. Hamamda kölesi onu yağlarken, yüksek sesle “küflü elei almışsın” diye bağırıp başkasından ödünç alır. Yürürlerken hizmetçisi yerde ufak bir para bulduğunda hemen payını ister – “beraber yürürken bulduk” diye. Elbiselerini temizleyiciye verdiğinde bir başkasından ödünç elbise alır ve geri istenilene kadar vermez.
Yaptıkları hep böyledir. Hizmetkarlarının günlük buğday yevmiyelerini kendi verir ve onları fidon tası ile ölçer (daha küçük ve artık kullanılmayan bir ölçü birimi). Bir arkadaşı ucuza bir şey aldığında aynı fiyattan ondan satın alıp daha pahalıya satmaya çalışır.
Borç aldığı otuz lirayı geri verirken dört lirasını kesmek için çareler bulur. Öğretmene ödediği paradan çocuklarının hasta olduğu ve okula gitmedikleri günleri keser. Çok bayramın olduğu antesterion ayında onları hiç okula göndermez. Köleleri onun evi dışında yevmiye ile işe gittiklerinde sadece kendine pay almaz, bakırın gümüşe çevrilirken oluşan farkı da onlardan keser.
Cemaatin yemeği onun evinde düzenlendiğinde kölelerinin yemeğinin de ortak hesaptan karşılanmasında ısrar eder. Sofrada yenmeyen yarım turp kaldığında hizmetçiler yemesin diye onu da yazar. Tanıdıklarla yolculuk ettiğinde onların kölelerinden faydalanır, kendilerinkini yevmiyeli bir işe yollar.
Yine yemek onun evinde düzenlendiğinde her şeyi hesaba yazar: odun, mercimek, sirke, tuz ve lambaların yağı. Yakın bir arkadaşı evlenirken ya da kızını evlendirirken hediye göndermemek için bir müddet şehri terk eder. Tanıdıklarından geri istemeyecekleri şeyleri ödünç alır geri verdiğinde onların kabul etmede tereddüt edeceği şeyleri de.

31 Ocak 2016 Pazar

Aptalı Tanımak



“Aptallık alışmış kabullerimizin aksine son derece tehlikeli bir durumdur.” Uzun yıllar aptallığın doğası üzerinde çalışan İtalyan asıllı tarihçi ve ekonomist Carlo Maria Cipolla bu sonuca vararak tüm toplum/toplulukar için geçerli olan beş evrensel ilke tanımlamıştır:

Birinci İlke: İnsanlar etraflarındaki aptalların sayısını her zaman hafife alırlar :

İlk bakışta bu yasa sıradan ve şımarıkça gibi gelse de yaşamın kendisi onu doğrulamaktadır. İnsan etrafındaki kimseleri ne denli iyi değerlendirirse değerlendirsin, şu durumlarla karşılaşmaktan kaçınamamaktadır:

- Her zaman aklı başında ve akıllı görünen birisi son derece aptalca işler yapabiliyor
-Aptallar her zaman en beklenmedik yer, zaman ve durumlarda ortaya çıkarak önemli planları bozabiliyorlar.

İkinci İlke: İnsanın aptal olma olasılığı diğer niteliklerinden bağımsızdır:

“Uzun yıllık gözlem ve deneyimlerim bana insanların aynı olmadığını gösterdi- bazıları aptal, diğerleri ise değiller. Bu durum kültürden değil insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Aptallık, insanın sarışın olması ya da 0 kan grubuna sahip olmasına benzemektedir. Böyle dünyaya gelmektedir. Eğitimin toplumdaki belli miktardaki aptalı ıslah etmesi olası değildir. Beş farklı gönüllüler grubuyla – öğrenci, memur, hizmetli, yönetici ve öğretim görevlileriyle üniversitede yaptığım çok sayıdaki deneylerin tümü bu savı desteklemektedir.
Düşük beceri seviyesine sahip olanları analiz ederken bu gruptaki aptalların oranı beklediğimden daha yüksek çıktı (birinci yasaya kanıt). Bunu sosyal faktörlere bağladım: yoksulluk, eğitimsizlik ve imkan kısıtlılığı… Ancak aynı oranları sosyal basamaklar yükseldikçe de tespit ettim – “beyaz yakalılar” ve üniversite öğrencileri. Asıl çarpıcı olan bu oranları mesleki yetkinliğe sahip topluluklarda da gözlemem oldu – küçük bir taşra üniversitesi ile büyük ve prestij sahibi üniversiteler arasında pek fark yoktu.
O kadar şaşırmıştım ki dünyanın sosyal elitini – Nobel ödülü sahipleri ile de deneyi tekrarlamaya karar verdim. Sonuçlar doğanın süper gücünü kanıtlar nitelikteydi: Aynı aptallar oranı ödül sahipleri arasında da vardı.
İkinci yasanın içeriğini kabullenmek çok zor olsa da çok sayıdaki deney doğruluğunun demir kadar sağlam olduğunu kanıtlamaktadır. Sonuçlar gerçekten ürkütücü: Üst düzey bir toplulukta da olsanız, hayatınızın birkaç yılını ilkel aborjinler arasında da geçirmeye karar verseniz her zaman ve her yerde beklentilerinizin üzerinde sayıda aptalla karşı karşıya kalacaksınız…””

Üçüncü İlke: Aptal, davranış ve hareketleri, başka bir insan ya da bir grup insana zarar ve kayıplar verdiren insandır. Bunun yanında aynı davranış ve hareketleri kendisine bir yarar sağlamadığı gibi genellikle bunlardan kendisi de zarar görmektedir. 

Üçüncü yasa tüm insanların dört gruba ayrıldığını varsaymaktadır: Akıllılar (A), cahiller (C), haydutlar (H) ve aptallar (B).
Peter kendisine zarar veren ancak John’a fayda sağlayan bir şey yaparsa, Peter C kategorisindedir. Peter hem kendisine hem de John’a fayda sağlayan bir davranışta bulunursa, A kategorisindedir. Peter kendisine fayda ama John’a zarar veren bir davranışta bulunursa bulunduğu kategori H olacaktır. Üç kategorinin de olumsuz alanlarında yer aldığında Peter B kategorisinde yer alır.
Formal ya da informal yetkilere sahip aptalların çevrelerine ne tür yıkıcı zararlar verebileceklerini kestirebilmek bazen zor olabilir. Ancak bir aptalı tehlikeli yapan asıl şeyin ne olduğu sorusu, üzerinde düşünmeye değer.
İlk olarak aptalların tehlikeli olmalarının kaynağı, aklı başında olanların, onların akıldışı davranışlarının mantığını kavrayamama ve kabullenememelerindedir. Akıllı bir insan haydut’un davranışının mantığını anlayabilir çünkü bu davranış son derece rasyoneldir- haydut daha fazla şeye sahip olmak ister ama bunlara sahip olabilecek akla sahip değildir. Bu anlamda haydut öngörülebilirdir, ona karşı önlemler alınabilir.
Aptalın davranışları ise öngörülemezdir. Nedensiz, amaçsız, plansız zarar verebilir ve bunu en beklenmedik yer ve zamanda yapabilir. Akıllı insan, aptalın ne zaman nasıl vuracağını tahmin etme becerisine sahip değildir. Bu nedenle aptalın darbesi genellikle şaşırtıcı bir sürpriz olur. Rasyonel bir yapısı olmadığı için de önlem alma şansı bulunmamaktadır. Shiller’in ünlü sözü, böyle durumlar için söylenmiştir sanki : “Aptallığın karşısında tanrılar bile güçsüzdür”.

Dördüncü İlke: Aptal olmayanlar her zaman aptalların yıkıcı potansiyelini küçümserler:

Aptal olmayanlar neredeyse sürekli bir şeyi unuturlar: her yerde, her zaman ve her koşulda aptallarla işlerinin olması demek, gelecekte maliyeti yüksek hata yapma olasılığının yüksek olması demektir. Kategori C deki cahiller (üçüncü yasaya bakınız) genellikler aptallardan gelecek tehlikelerin farkında değillerdir ki bu anlaşılır bir durumdur. Garip olan, aptalların taşıdığı tehlikelerinin akıllılar ve haydutlar tarafından fark edilmemesidir. Aptalın yanında bunlar gevşemekte, savunma mekanizmaları zayıflamakta ve aptalın verebileceği kestirilemez zararlara karşı önlem almak üzere harekete geçmek yerine entelektüel üstünlüklerinin tadını çıkarmaktadırlar.
Aptalın sadece kendisine zarar verdiği inanışı yaygındır. Hayır. Aptalları güçsüz cahillerle karıştırmayın. Kendi yararınıza kullanabileceğiniz düşüncesiyle aptallarla asla işbirliği yapmayın. Bunu yapmanız, aptallığın doğasını anlamamanızdandır. Aptala kendi elinizle coşması ve geri dönülemez zararlar vermesi için alan yaratmış olursunuz.

Beşinci İlke: Aptal en tehlikeli insan türüdür: 

Aptal hayduttan daha tehlikelidir. Haydutun hareketlerinin sonucu arzu edilen şeylerin el değiştirmesidir. Bütün olarak toplumun/topluluğun bu sonuçtan çok etkilendiğini söylemek zor. Eğer toplumda/toplulukta bunların sayısı fazla ise, sadece sessizce çürümekte ama büyük yıkımlar olmamaktadır.

Ancak sahneye aptallar çıktığında resim tamamen değişmektedir. Hiç kimseye yararı olmayan büyük zararlara imza atarlar…

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Carlo Maria Cipolla, (1922-2000) ekonomi tarihi konusundaki çalışmalarıyla ünlenmiş İtalyan iktisatçısıdır. Ama asıl ününü ekonomi ve sosyal alanda yazmış olduğu mizah denemeleriyle kazanmıştır.

Cipolla, İtalya’daki iktisat eğitiminden sonra Sorbonne ve Londra İktisat okulunda eğitimine devam etmiştir. ABD’de ve dünyanın birçok ülkesinde ekonomi dersleri vermiştir.

Birleşik Krallık Tarih Topluluğu ve Akademisi üyesi, İtalyan Akademi üyesi, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi ve Amerikan Felsefe Topluluğu üyesidir. İktisat tarihine katkıları birçok kez önemli uluslararası ödüllerle takdir edilmiştir.

En bilinen eseri, bir denemeler derlemesi olan Allegro ma non troppo ("Mutlu ama o kadar da değil").

Derlemedeki birinci deneme, 1976 yılında yazılan “İnsan Aptallığının İlkeleri”dir.
Bu denemede aptallığın çelişkili doğası incelenmektedir. Aptalların oluşturduğu grubu Cipolla, herhangi bir mafyatik ya da ekonomik çıkar grubundan çok daha güçlü bir grup olarak nitelendirmektedir. Cipolla’ya göre kuralların olmaması ya da işlememesi ve liderliğin olmaması durumlarında bu grup kendi arasında inanılmaz bir koordinasyon sağlamakta ve etkili olmaktadır.  

Cipolla, insanları kendilerine/başkalarına sağladıkları yarar/zarara göre dörde ayırmaktadır: Akıllılar: Kendilerine ve başkalarına yarar sağlarlar. Haydutlar: Kendilerine yarar, başkalarına zarar sağlarlar. Salaklar: Başkalarına yarar kendilerine zarar sağlarlar. Aptallar: Hem kendilerine hem de başkalarına zarar verirler.

Cipolla’ya göre aptallığın 5 temel ilkesi şunlardır:

1. Her zaman ve kaçınılmaz olarak her birimiz çevremizde bulunan aptalların sayısını küçümsemekte; doğru kestirememektedir.
2. Birisinin aptal olma olasılığı başka hiçbir özelliği ile ilişkili değildir. (Soy, sop, eğitim düzeyi v.b.)
3. Aptal, başkalarına zarar verdiği gibi, kendisine de doğrudan ya da dolaylı olarak zarar verir ve en kötüsü de bunun farkında bile olmaz.
4. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar verme potansiyellerini küçümserler; aptallarla iletişimin ve iş yapmanın zorunlu olarak zamandan, mekândan koşullardan bağımsız olarak kendilerine çok pahalıya mal olduğunu unuturlar.

5. Cipolla’ya göre aptal, mevcut olanlar arasında en tehlikeli insan tipidir.

18 Ekim 2015 Pazar

Duyuru

24-28 Şubat 2016 Tarihlerinde Plovdiv (Filibe) / Bulgaristan'da Uluslararası VINARIA Bağcılık ve Şarapçılık Fuarı ile Şarap Festivali Düzenlenmektedir.
Bu etkinlikle eş zamanlı olarak aynı fuar alanında Uluslararası FUTDEH gıda, içecek, ambalaj, makina ve teknolojileri sergisi;
Uluslararası HOREKA hotel, restorant, kafeterya donanımı sergisi programda yer almaktadır.
Bozcaada Doğayı Koruma Kültür Sanat Derneği ve Bozcaadalılar Derneği belirtilen fuar/festival/sergileri ziyaret etmek üzere gezi düzenlemeyi planlamaktadır.
Ulaşım, konaklama rezervasyonu, vize gibi işlemlerin sorunsuz olabilmesi ve zamanında yapılabilmesi için katılımcı sayısının önceden bilinmesini gerektirmektedir. Katılımcı sayısı en az 10 (on), en fazla 40 (kırk) kişi olabilecektir.
Ulaşımın, gidiş için Çanakkale-Filibe; dönüş için Filibe-Çanakkale olması düşünülmektedir.
Başvuruların kesinleşmesi değerlendirilmesinde öncelik, iki derneğin üyeleri ile Bozcaada'da yaz-kış ikamet edenlerde olacaktır.
Geziye katılmak isteyenlerin EN GEÇ 05 Kasım 2015 tarihine kadar isimlerini, vildanonur@hotmail.com adresine bildirmeleri gerekmektedir.
Bu tarihe kadar yapılmış olan başvuru sayısı üzerinden ulaşım ve konaklama için grup fiyatları alınacağından, bu tarihten sonra yapılacak başvurular, dikkate alınmayacaktır.
Dernek üyelerimize ve Bozcaada'da yaz-kış ikamet edenlere saygı ile duyurulur.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Yine Bozcaada’da Üniversite

Bozcaada’ya üniversite de üniversite,
Üniversite de üniversite…
Teranesi ne yazık ki devam ediyor.        

Bozcaada’nın kış ekonomisi canlanaCakmış…
Bozcaada’nın sosyal hayatı canlanaCakmş…
Bozcaada’nın işletmeleri için, nitelikli ara insangücü olaCakmış…

Ey Bozcaada’lı anne ve babalar…
Çocuğu bir üniversitede okumuş olan, el an okuyan ya da gelecekte okuyacak olan Bozcaadalılar…
Bir anne baba olarak çocuğunuzu okuduğu yere; (İstanbul, İzmir, Ankara, Çanakkale, Edirne, Balıkesir, Van, Muğla, Eskişehir v.s, v.s, v.s…) bu yerin kış ekonomisi canlansın, sosyal hayatı canlansın, o yerin ucuz işçi ihtiyacı karşılansın diye mi gönderdiniz ya da göndereceksiniz evladınızı?
Çocuğunuzu gönderdiğiniz yerin ahalisi, ellerini ovuşturarak bunu ciddi ciddi yüzünüze söylerse içinizden ne demek gelir, neler geçer?
Geçeni demeyin, küfür olur…

Bozcaada’daki Bölümler faaliyetteyken bir tanıdığımın ricası üzerine, okulu kazanmış öğrenci için, adada bir ev-pansiyon sahibine koşulları ve fiyatı sordum.
Koşulları sıraladı: Ev üç odalı. Her oda ayrı ayrı öğrencilere verilir. Bir odada iki öğrenci kalabilir. Odada yatak ve elbise dolabı var. Banyo, mutfak ve tuvalet müşterek. Elektrik, su, tüpgaz ve ısınma giderleri öğrencilere ait.  Kahvaltı, yemek yok; 1 Haziranda ev boşaltılır.
Fiyat?
Kişi başı Aylık 600 TL.

Merak ettim ve Edirne’de, üniversite kampüsünün karşısındaki bir özel yurdu aradım. Koşulları ve fiyatları sordum.
Koşullar şunlardı: Tüm odaların içinde banyo ve tuvaleti mevcut. Bir ve iki kişilik odalar var.  Odalarda yatak, çalışma masası, televizyon, dinlenme koltuğu, elbise dolabı ve kitaplık var. Ayrıca etüd odası ve 24 saat açık kantin var. Ücretsiz hızlı internet bağlantısı var. Çamaşır ve ütü odası her katta var - ücretsiz. Fiyata kahvaltı ve akşam yemeği dahil.  Isınma merkezi sistem kaloriferli ve fiyata dahil.
Fiyat: Tek kişilik oda 600 TL, İki kişilik oda, kişi başı 400 TL.
(Bu koşullarda bu fiyatları veren her iki kentteki iki işletmenin isimlerini dileyenle paylaşabilirim.
Babası bir fırında işçi olarak çalışan ve kardeşi de okuyan çocuk, kayıt yaptırmadı…)       
Yorumsuz geçelim…

Yüksek Okul öğrencileri Bozcaada’nın sosyal hayatını canlandıracakmış…
Sen öldür, öğrenciler canlandırsın…
Ölmüş eşeği anırtmak gibi bir şey…

Hiç kimsenin evladı; bir üniversite öğrencisi, “sosyal hayatı canlandırma” aracı değildir.
Üniversite öğrencisi, üniversite kampüsünde “sosyalleşir”.
Üniversitenin sunduğu; kütüphane, kantin, tiyatro-sinema-müzik-spor alanlarında, ilgi kulüplerinde; ama az ama çok, üniversitenin sunduğu olanaklarla sosyalleşir. Bulunduğu kentin sosyal hayatına da katılır elbette ki. Mevcut bir sosyal hayat – varsa – katılımcı olarak… Ölmüş'ü canlandırıcı olarak değil.

Gelelim zurnanın “zırt” dediği yere…          
Bozcaada’daki işletmelerde öğrenciler, “nitelikli ara işgücü” olacaklarmış…
Ne iş?
Telafuz edilen işler ve ihtiyaçlar: garson, pardon servis elemanı; aşçı, pardon yemek şefi; bulaşıkçı, pardon temizlik elemanı…
Neyin “ara”sı olacaklar?
Gıda mühendisi ve komi istihdam ediyorsa işletme, evet ara insangücü olurlar…
Ama okuma yazması olmayan “patron” ve yüksekokul öğrencisi garson…
İlkokul mezunu “işletmeci” ve yüksekokul öğrencisi aşçı…
Yüksekokul mezunu “meyhaneci” ve yüksekokul mezunu temizlik elemanı…
Bu işte bir tuhaflık var.

Bozcaada’da turizm yüksek okulu olmaksızın da branş öğrencilerine staj yaptırılabilir halbuki. Hiçbir engel yok.
Turizm bölümlerinde okuyan binlerce öğrenci ülkenin her yerinde, turizm bölgelerinde staj yapacak yer ararlar her yıl. Bozcaada'da da ararlar.

Staj yapma-yaptırma kriterleri – koşulları belli:
Faaliyet konusu turizm olan tescilli bir kurum olacaksınız…
Turizm belgeli olacaksınız…
Öğrenciye, bu işi bilen “belgeli” biri olarak, “rehberlik” yapacaksınız..
Stajı boyunca öğrencinin sigortasını yatıracaksınız…
Fazla mesai yaptırdığınızda, fazla mesai ücretini ödeyeceksiniz…
Yani siz yasanın tarif ettiği kurumsal işveren, sektörün tarif ettiği, belgeli  “turizm işletmecisi” olacaksınız…
Siz bu koşulları karşılamıyor ama “nitelikli öğrenci ara işgücü! çalışsın ”, diyorsanız siz ne kuşsunuz, ne de devesiniz… Turizm gecekonducususunuz.

“Öğrenciler Bozcaada’da çok mutlu oluyorlar, biz de onlara abilik yapıyoruz. Bu nedenle yüksekokul açılsın” diye üstelik “en son ve en çarpıcı” gerekçeyi duyunca;
Bozcaada’da yeşeren bu üniversite, yüksekokul sevdası için insanın,  filimdeki Muro karakterinin repliğini şöyle haykırası geliyor: “Lanet olsun şu içimdeki yüksekokul sevdasına”…

Üniversite ile ilgili bir anekdot ile bitirelim:
ABD’de iç savaş ve karışıklıklar bitip ekonomik alanda atılımlar başladığında petrolcülerden birisi İngiltereden ünlü bir profesörü davet eder ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-              - Profesör, ben adımı sonsuza dek yaşatacak, ülkeme her alanda üstün katkılar sağlayacak bir üniversite kurmak istiyorum.  Kabul ederseniz sizin kurucu rektör olmanızı isterim.
-               - Çok teşekkür ederim. Bu son derece onurlu bir görev olur benim için.
-              -  Kabul etmenize çok sevindim. Hemen işe girişelim. Böyle bir üniversitenin kurulması için ne kadar paraya ihtiyacınız var?
Profesör gayet sakin bir biçimde, bir milyon dolara, der.
O dönem Amerikasında bu çok zor telaffuz edilebilen, ancak bankalar için anlaşılabilen bir rakamdır.
Petrolcü bir süre profesöre bakar:
-               - Bu parayı size vereceğim profesör. Başka neye ihtiyacınız var?
P   Profesör yine sakin bir biçimde cevap verir:
-               - Bir yüzyıla…

Kıssadan hisse: üniversite görmemişe üniversite kurmak kolay gelir…


22 Ağustos 2015 Cumartesi

Stilyani Kutufo

Bazı insanlar için dersiniz ki, "o sorgusuz sualsiz varsa eğer cennete gidecek..."

Stilyani Kutufo o insanlardan biri....

Bozcaada'nın mütevefa papazı, rahmetli İstrati Kutufo'nun eşi Stella Teyze 90 yıllık hayat serüvenini tamamlayarak eşinin yanına yol aldı...

Elli yıl önce eşinin görevi nedeniyle geldiği Bozcaada'daki mütevazi yaşamında Gökçeada'daki Zeytinli Köyünü hiç unutmadı. Hep büyük bir özlemle içinde yaşattı...

Eşinin vefatından sonra da çok emeği olan Bozcaada Kilisesindeki gönüllü görevlerini hiç aksatmadı. İnce ve yanık sesiyle ayinlerde tek başına "koro" idi her zaman.

Onun sesinin Tanrıya ulaştığına dair inanç her duyanda kendiliğinden oluşurdu... Cengiz Bektaş Hoca "onun sesi" için en güzel şiirlerinden birini yazdı.

Çok çalışkandı Stela Teyze. Bağ bahçe işleri, çiçekleri, nefis likörleri ve spesyali "tırtıl" badem kurabiyesi...

İyi bir entellektüeldi Stella Teyze. Her tür kitabı okur - romanlar, din ve felsefe kitapları ve sürekli takip ettiği dergiler...

Büyük tevekkülü ve inancı her sohbet edene büyük bir huzur verirdi.

Şimdi sevgili eşi Papaz Amca'nın yanında aynı huzur içerisinde...

Toprağın bol olsun Stella Teyze...






27 Temmuz 2015 Pazartesi

İşin Esası Kriterdir…



Her zaman, sıklıkla, bazen herkes bir seçimle karşı karşıyadır.

Seçeneklerin sayısı genellikle çok fazla değildir: Evet ya da Hayır; İleri ya da Geri; Sağa ya da Sola’dır.  

Bu tür seçimler karşısında kalırız çoğunlukla.

Seçimimizi yaparken ihtiyaç duyduğumuz şey sadece birkaç kriterdir.

Örnek birkaç kriter şunlar olabilir:

1. Bu seçenek, dürüstçe bir seçenek midir?

Öncelikle kendimize karşı… Bunu seçersem (evet, ya da hayır dersem) kendime ihanet etmiş olur muyum?

Bu kritere sahip olan kişiler hiçbir zaman taviz vermezler. Hatta tavizin ne olduğunu bilmezler; onu anlayacak bir deneyimleri olmamıştır.

2. Bu seçenek adil midir?

Sadece kendimiz için değil, geri kalan herkes için de? Basit insan kazandığında, diğer herkesin kaybedeceği biçimde kazanmaktadır.  Adil ve bilge bir insan kaybettiğinde bile diğer herkesin kazanacağı biçimde kaybetmektedir…

3. Bu seçenek şık (zarif) midir?

En önemli kriter budur.  Açan ama kısa ömürlü olan kiraz çiçeği zariftir. Gökkuşağı zariftir.  En çok çalışılan dans zariftir.  İlk iki kritere uygun olan ve bir tutam da süzülmüşlük içeren her şey şık ve zariftir.

Sorun hiçbir zaman seçimin kendisi değildir.


Sorun her zaman seçimin kritrleridir.


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Bozcaada Kargalarından Ödüllü Bilgi Yarışması

Bir önceki yazımızda sözü edilen, Bozcaada'nın koylarının isimlerinin yer alacağı tabelaların, iki gün önce konulduğu görülmüştür.

Yollar iki yönlü; tabelalar tek yönlü...
Hadi neyse, düne kadar hiç yoktu diyelim...

Plaja 500 metre mesafede ve arada Aya Paraskevi paraklisi olmasına rağmen "Ayazma Plajı" diye, koyun tek tarafına, tepeye tabela dikilmiş...
Hadi neyse, düne kadar hiç yoktu diyelim...

Ama bir tabela dikilmiş ki, akıl sır ermez...
Aklı erene, doğru cevabı bilene, Bozcaada kargalarından ödül var...



1. Resimde tabela, 2. Resimde tabelanın biraz geniş açıdan yeri görünmektedir.

1. Resimdeki tabelada, "Mermer Burnu ve Çanak Liman Plajı" yazılı tabela görünmekte, 2. Resimde Ayana Koyu görünmektedir...

Ödüllü soru şudur:

Aşağıdaki seçeneklerden sadece biri doğrudur ve bu seçeneklerden hangisi doğrudur:

a.  Tabela eksiktir, yazının altındaki sol okla birlikte, 3 km yazısı unutulmuştur...
b. Tabelayı diken ya da diktiren ....... Ayana Koyu'nu, Mermer Burnu ya da Çanak Limanı olarak biliyordur. (Bu seçenek doldurmalıdır, noktalı yerlere yakışan sıfatı siz ekleyin)
c. Tabelayı diken ya da diktiren için tabelada ne yazdığı değil, tabelanın herhangi bir yere dikilmiş olması önemlidir.
d. Tabelayı diken ya da diktiren bir provakatördür. (Tabelayı kasten yanlış yere dikmiştir).
e. Tabelayı diken ya da diktiren bir şakacıdır. (Adalıların dikkatini sınamak için yanlış yere dikmiştir).
f. Tabelayı diken ya da diktirenin ne Bozcaada, ne de işlerin ilk defasında doğru (hatasız) yapılması umurunda değildir.

Doğru seçeneği en doğru bilen ilk 3 kişi, kargaların sabah kahvaltısından kazanacaklardır;
biz onların doğru seçeneği bilip bilmediğini bilemeyeceğimiz için yapacak çok fazla bir şey yok...

Tabelaların yazılı yüzü, kargaların havada uçarken okuyacağı biçimde yukarıya doğru dönük biçimde çakılsaydı, sadece kargalar bize gülerdi...


16 Temmuz 2015 Perşembe

Bozcaada Kargaları Öğreniyor...

Şemsiye üreticileri, yazın yağmurlu geçmesini isterler…
Sandalet üreticileri, yazın kurak geçmesini isterler…
Bira üreticileri, yazın sıcak geçmesini isterler…
Bozcaada kargaları, yazın çabuk geçmesini isterler…

Kargalar, hele Bozcaada kargaları oldukça meraklı ve zeki hayvanlardır.
Ayrıca müthiş bir hafızaları vardır.
Ortalama olarak bir karganın 100 kelime ya da 50 kadar cümleyi ezberleyebildiği bilinir.
Bozcaada kargaları için 16 kelimeyi ezberlemek, çocuk oyuncağı…
Ancak bir sorunları var…

Daha doğrusu, Bozcaada Belediyesine bir önerileri:

Bozcaada Belediye Meclisi, 06 Haziran 2015 tarihinde aldığı bir kararla, Bozcaada’nın bazı koylarına isimlerini gösteren 16 adet tabela dikecekti.
Projeyi Bozcaada Belediyesine Bozcaada Kent Konseyi aracılığı ile götüren Bozcaadalılar Derneğinin bu tabelalama işi için öngörüsü, sallana sallana 15 iş günü idi…
İş esasında, 5 iş günü… (3 günde tabelaların hazırlanması, 2 günde yerine dikilmesi).

Meclis kararından bugüne geçen süre, 40 gün.
Kalan sezon da 40 gün…

Sonra, ada kargalara kalacak.

Geri kalan sekiz ayda o tabelaları kargalar okuyacak.
Bu nedenle, şu saatten sonra yapılacak tabelaların, mutlaka yazı kısmı yukarıya bakacak şekilde –
- Yani kargaların uçarken kolayca okuyabileceği biçimde yerleştirilmeleri gerekecek…

Ki, kargaların işine yarasınlar…
Hiç olmazsa kargalar, Bozcaada’nın koy isimlerini kış boyunca doğru öğrensinler…

21 Mayıs 2015 Perşembe

Bozcaada Üniversitesi

Milattan sonra 455-556 yıllarında kurulup, 848 yılında üniversite statüsünü alan ilk yükseköğretim kurumu, günümüzde Magnaur Okulu olarak da anılan Πανδιδακτήριον - Pandidaktirion, ya da Konstantinopol Üniversitesidir.

Bugünkü İstanbul Üniversitesinin büyük büyük babası…

Milattan sonra 859 yılında, Fas şehrinde Fatimi el Fahri tarafından Al-Karouiyn üniversitesi kurulmuştur.

Yine 9. Yüzyılda Salerno Üniversitesi, 12. Yüzyılda Paris Üniversitesi kurulmuştur.

 1117 yılında Oxford Üniversitesi öğrencileri ve hocaları ile Oxford sakinleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucunda şehirden ayrılan bir grup öğretim elemanı kuzeye giderek 1209 yılında Cambridge Üniversitesini kurmuşlardır.

Avrupa ülkelerinde 13. Yüzyıldan sonra bir dizi üniversite açılmaya başlanmıştır: Bologna, Monpele, Padue, Napoli, Floransa, Prag, Krakow, Viyana, Haidelberg, Laipsig, Bazel…

Doğu Roma kurumları geleneklerinden bazılarını benimseyen Osmanlı İmparatorluğu kuruluşunun daha ilk yıllarında, fakültatif yapısı ve işleyişi ile dönemin İstanbul Üniversitesi sayılabilecek Enderun Mektebini kurmuştur.

Ortaçağda üniversitelerin açılmasını sağlayan en önemli etmen … şehirleşmedir.

Günümüzde de en önemli etmenlerden biri, yine şehirleşme olgusudur.

Çünkü şehirleşme demek esasında meslekleşme ve uzmanlaşma demektir.

Meslekleşmenin sonucu olan uzmanlaşmanın yarattığı katma değerin biriktirildiği ve pazarlandığı yerdir şehir.

Meslekleşmeyi ve uzmanlaşmayı sağlayan, disipline eden kurum ise üniversitedir.

Mesleklerin ve uzmanlığın bilgisini üreten, biriktiren ve aktaran kurumdur üniversite.

Bu nedenle, köyde kasabada üniversite olmaz…

İstisnaları bulunmakla birlikte, geleneksel anlayış olarak bir üniversitede fen fakültesi, mimarlık fakültesi, tıp fakültesi ve hukuk fakültelerinin bulunması gerekmektedir.  

Geleneksel bu disiplinler dışında çeşitli disiplinlerle ilgili eğitim veren ve araştırma yapan pek çok fakülte, fakültelerin içinde de birçok bölüm bulunabilir.

Üniversiteye bağlı Fakülteler daha çok (4-6 yıllık öğretimle) yüksek nitelik gerektiren mesleklerle ilgili temel eğitimi verip (öğretmen, doktor, mühendis, mimar gibi) daha ileri uzmanlığa (yüksek lisans ve doktora) hazırlayan birimlerdir.

Yüksek okullar ise yine üniversiteye bağlı (2-4 yıllık öğretimle) çeşitli meslek dalları için daha çok ara insangücü (tekniker, teknisyen, hemşire, tıp teknisyeni gibi) hazırlayan birimlerdir.

Farklı ülkelerde farklı modeller bulunmakla birlikte, ülkemizde, mesleki öğretim ağırlıklı olarak fakülte ve yüksekokullar tarafından yürütmektedir.

İleri uzmanlık eğitimlerini (yüksek lisans ve doktora) ve araştırmayı ise ağırlıklı olarak yine üniversiteye bağlı enstitüler yürütmektedirler. (Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Spor ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü gibi.)

Enstitüler, en az 4 yıllık bir fakülte eğitiminden sonra,  ileri uzmanlık eğitimi veren üniversite birimleridir. İleri uzmanlık eğitimi almak isteyenler için ülkemizde sadece bir fakülte diploması yetmemektedir. Yabancı dil bilgisi, merkezi bir sınavda başarılı olma, yüksek diploma notu, alanda mesleki deneyim, yayın yapmış olma gibi koşullar da aranmaktadır.

Üniversite eğitimi; üniversitenin ekonomik ve siyasal koşulları ne olursa olsun, bilimsel araştırma düzeyi ve disiplini ile kendi kültürünü oluşturmaktadır. Üniversite eğitimi, içeriği ne olursa olsun bir bilgi aktarmadan çok bir algılama ve davranış kültürü oluşturma işidir.

Bu nedenle üniversiteler verdikleri tıp, hukuk, ziraat, mimarlık, mühendislik, sosyal, fen bilimleri gibi alanların eğitiminden belki de daha fazlasını öğrencilerin algı ve davranışlarını biçimlendirecek ve kültürü oluşturacak yatırımlar ve düzenlemeler yaparlar:

Öğrencilerin ders dışında zaman geçirebilecekleri kütüphane, kantin, kafeterya, spor tesisleri, çeşitli ilgi alanlarına yönelik kulüpler ve mekanlar, konforlu yurtlar, servisler, araştırma ve çalışma laboratuarları, gözlemevleri, mediko-sosyal merkezler gibi pek çok yatırım ve düzenleme.

Öğrencilerin yanında üniversiteler benzer yatırımları öğretim elemanları için de yaparlar:  Lojman, sosyal tesis, laboratuar, araştırma-geliştirme merkezleri, bilgiye ulaşım ve işleme teknolojileri gibi…

Kaleme vurduğunuzda tüm bu yatırımların maliyeti muazzam…

“Zurnanın zırt dediği” yer de burası…

Çünkü eğitim, tıpkı sağlık gibi bir dışsal bir ekonomidir.

Yani, yaptığınız yatırımın sonucunu almanız için çoooook zamanın geçmesi lazım.

Yani, hadi ilkokuldan başlamayalım, liseden başlayalım; yatırım yaptığınız bir öğretmen adayından dört; mühendis adayından beş, tıp öğrencisinden bir uzman olarak verim alabilmeniz için en az on yıl beklemeniz lazım.

Bu eğitim hayatı boyunca aile destekleyecek, devlet yatırım yapacak ve kişi ancak en az 4 yıl sonra iş görür, para kazanır hale gelecek.

Halbuki bu yatırımla, diyelim ki aile bir ev aldı ve kiraya verdi, hemen gelir elde etmeye başlar…

Bu nedenle sağlık ve eğitim yatırımları geri dönüşü uzun süreli ancak uzun dönemde toplum açısından gerekli yatırımlardır.

Eğitim ve özellikle yükseköğretim - üniversite yatırımları için özellikle devlet çok sık eler ve dokur…

Yazının başından beri şöylece sıralanan en önemli gerekçeleri didik didik eder ve ince ince maliyet hesabı yapar.

Bazen siyasi ve popülist kaygılarla da hareket ettiği olur ama işin mantığına aykırı pek fazla da davranmaz.

Dolayısıyla,

Bir şehir değil, bir kasaba bile değil; kışın kapanan ve sezonda açılan kocaman bir tatil merkezi olan Bozcaada’ya üniversite kurulması işin mantığına aykırı, bir.

Yetkili ve etkili ağızlardan çıkan “Bozcaada’ya üniversite kurulsun”dan kasıt “mevcut bir Yüksekokulun bir ya da iki bölümün açılması” ise, bunu bu şekilde, doğru olarak ifade etmemeleri hadi bilgisizlik demeyelim ama iletişimde affedilemez bir özensizliktir, iki.

Üniversite ya da yüksekokul bölümü, hangisi olursa olsun, “kış sosyal hayatı canlansın, esnaf para kazansın” gibi resmi ağızlardan ifade edilen bir gerekçelendirme ile dile getirildiğinde açılacağı varsa da açılmaz, üç.

Genellikle dar gelirli-kırsal kesim ailelerin çocuklarının devam ettiği iki yıllık meslek yüksekokul öğrencilerini “sosyal hayat canlandırma” ve “kış geliri elde etme” kapısı ve aracı olarak görme ne sosyal ne de ekonomik ama en başta etik olarak Bozcaada’ya yakışan bir bakış açısı asla değildir, dört.

Bozcaada'lı çocuklar okusun beklentisi yok; resmi olarak dile getirilmeyen beklenti (daha önceki deneyimler sabit), öğrencilerden ucuz iş gücü olarak işletmelerce yararlanılması sosyal ve ticari etiğe aykırıdır, beş.

(Bu aykırılığın utancından kurtulmak için “Staj yaparlar” deniliyor. Halbuki işletmeler Bozcaada’da yüksek okul olmadan da şu anda öğrencilere staj yaptırabilirler… Staj yaptırabilmenin koşulu, kurumsal bir işletme yapısının olması; yoksa köle pazarından farkı olmaz…)

Üniversite eğitiminin yukarıda değinilen özellikleri ve gerektirdiği ortam hazırlama yatırımlarını ve koşullarını göz ardı edip “eski mapusaneyi verdik, kurun hadi” demeye, karar vericiler olsa olsa, en hafif deyimiyle, naif bir köylü kurnazlığı gözüyle bakarlar, altı.

Peki, o olmaz, bu olmaz…

Bozcaada’ya hiç mi üniversite olmaz?

İlla ki olması isteniyorsa olur, neden olmasın ki?

Mevcut algılama, beklenti, düşünce ve ifade biçimini toptan unutma koşuluyla, olur.

En yakın üniversite olan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesiyle ya da başka bir üniversiteyle (ya da birkaçıyla birden) Fen Bilimleri, Sosyal Bilimler ya da Sağlık Bilimleri Enstitülerine bağlı bir Bozcaada Araştırmaları Merkezi kurma protokolü imzalarsınız.

“Mapusane binası” ya da bir başka binayı; ofis, seminer odası, laboratuar, konuk odaları olarak düzenler ve hazır hale getirirsiniz.

Bozcaada’yı konu alan (toprağı, bağı, balığı, turizmi, ekonomisi, sosyal yapısı, tarihi, arkeolojisi  v.s, v.s.) tüm yüksek lisans ve doktora çalışmalarına sembolik de olsa destek verirsiniz.

Bunları yayınlayarak çekiciliğini arttırırsınız. Bozcaada ile ilgili bilimsel çalışma külliyatı oluşturursunuz.

Bir süre sonra konusu Bozcaada ve Kuzey Ege olan ve burada biriken bilgi, ulusal ve uluslararası düzeyde kongre, simpozyum, çalışma grupları ve kampları, eğitim ve paylaşım toplantıları gibi sezonla sınırlı olmayan etkinliklere dönüşür.

Bilim sezondan ve iklimden etkilenmez.

Kuzey ya da güney kutbu belgesellerini bizler sıcak sobanın başında izlerken araştırmacılar inanılmaz koşullarda çalışmalarını yapıyorlar, hatırlayın…

Bugünden başlamak koşuluyla beş-on yıl sonra bunlar Bozcaada için gerçek olabilir.

Araştırma için gelecek olan kişilerin profili, ilçe mektebinde liseyi bitirip iki yıllık yüksekokulu kazanarak Bozcaada’yı haritada gösteremeyen çocuğunki gibi olmayacak.

En az 4 yıllık fakülteyi yüksek ortalama ile bitirmiş, bir mesleği ve geliri olan, yabancı dil bilen, merkezi sınavda başarı sağlamış, Bozcaada konulu çalışmasıyla gelecekten ve hayattan ciddi beklentileri olan, alanı ile ilgili Bozcaada’daki en az bir soruna özgün çözüm üreten ve geliştiren – öneriler sunan – tez yazan bir yetişkin.

Her yıl açılan en az 25 lisansüstü programın her birinden bir öğrencinin Bozcaada’yı konu alması ve Bozcaada’daki merkezde çalışması hem nitelik hem de nicelik olarak Bozcaada’ya inanılmaz katkılar sağlayacaktır.

Ortalama olarak bir yüksek lisans tezi çalışmasının iki-üç, doktora çalışmasının dört-beş yıl sürdüğü göz önünde bulundurulursa, böyle bir grubun Bozcaada “sosyal ve ekonomik yaşamına” katkısı, diğerleri ile kıyaslanamaz.

Tüm bu organizasyonun yapılabilmesi Bozcaada yerel yönetimi ve STK larının istek, çaba, özen, kararlılık ve en önemlisi iletişim ve ikna kabiliyetine bağlıdır.


“Haydi, bizim de üniversitemiz olsun, ceplerimiz dolsun! Öğrenciler gelsin, sazlar davullar çalsın!” gibi sığ, gerçekçilikten ve uygulanabilirlikten uzak yaklaşımlar yerine sağlam temelli, geleceğe odaklı ve gerçek Bozcaada için katma değer yaratacak, içi ve altı dolu yaklaşımlarla “Bozcaada’da üniversite” mümkün…

"Olsun"....
Diyerek "oldurma", Tanrıya mahsus.

"İyi ve yararlı" şeylerin "olması" biz ölümlü insanlar için çok çaba, emek ve zamana mal oluyor.

Hele üniversite gibi bir kurumu "oldurmak" istiyorsak.

Bununla ilgili bir anekdotla bitirelim:

İngiltere'de sonradan zengin, şımarık ve görgüsüz bir adam "sir" unvanını almak ve asillerin arasına girmek ister. O çevrelerden bir tanıdığına nasıl asil olabileceğini sorar.

Tanıdığı der ki, önce üç üniversite diploması şart...

Sonradan zengin adam, hemen çeşitli üniversitelere başvurur, yüklü bağışlar yapar, kolay bölümleri seçer ve ittir kaktır on-onbeş yılda üç üniversite diplomasını alır almaz tanıdığının yanında soluğu alır.

İşte üç üniversite diplomam! der, şimdi ne yapmam gerekir?

Tanıdığı adam diplomalara bakar ve şöyle cevap verir:

Ben senin üç diploman demedim ki; dedenin, babanın ve senin birer diplomanı kastetmiştim...


28 Nisan 2015 Salı

Çok Eğleneceğiz Çocuklar...

Tam bir yıl önce yaşadığımız ve paylaştığımız endişeler, ete kemiğe büründü...

(Bu blogda, Seçim ve Sonrası başlıklı yazı, http://tenedos-bozcaada-tenedos.blogspot.com.tr/2014/04/ilk-isimiz-siyasetin-bir-yarsolmadgn-ve.html)

Ama olsun, çok eğleneceğiz çocuklar...

Bozcaadalı gençler, bir eğlence mekanına nihayet kavuştular.  Çok eğlenecekler...

Tabi eğlence yerinin ihale edilmesi ile sadece gençler eğlenmeyecek,

Tüm Bozcaadalıların da eğlenmesi yakın...

Hatta, 27 Nisan tarihini her yıl anmak üzere kutlama programına almak ve eğlencelerle kutlamak gerek...

Neden mi?

Çok kaba bir hesapla (ortalama 80 m2  karelik bir kapalı alan, aylık kira 40 binden) kamu binalarının aylık metre kare kira bedeli 500 TL.

Yaşasın zenginleşen Bozcaada...

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur...

Bu emsal fiyat derhal diğer tüm kamu kiracılarına - başta belediye olmak üzere, özel idare ve hazine mülklerine de - uygulanmalıdır Bozcaada'da.  Uygulamayan, kamuya zarar verir konumundadır ve buradayız...

Topladığımız kira bedelleri ile yeni eğlence mekanları yaparız, onları da 1500 den kiraya veririz.

Sadece gençler eğlenecek değil ya, biraz da ebeveynleri ve "büyükleri" eğlensinler...

Kuşkusuz Bozcaada'nın sahip olduğu böyle değerli bir eğlence yerine ülkemizin ve dünyanın çok değerli  başka "gençleri ve büyükleri" de gelecek haliyle eğlenmeye...

Öyle ya, "adamızın tertemiz çocukları ve gençleri" ile eğlenmek üzere her yerden tertemiz aileler çocuklarını onlarla birlikte eğlensinler diye ellerinden tutup adaya getirecekler...

Gelenlere de rica ederiz, "bizim çocukları" üzmezler; eğlence bu ya, düşüp üstlerini başlarını kirletmelerine izin vermezler, kollarlar beraber eğlenirlerken; bizi kıracak halleri yok, abiyiz, hatırımız kalır...

Bozcaada'nın makus talihi değişecek; gelen turist profili de değişecek ve çok değerlenecek, çok eğlenceli olacak her bakımdan...

Sıkıcı orta yaş, çekilmez ileri yaş, sorunlu yalnız kalmak isteyen genç yaş'lara ve orta-üst gelir gruplarına mensuplarından nihayet kurtulacak Bozcaada turizm sektörü...

Tabi özel sektör de çok eğlenecek.

Kamunun malının metre karesi 500 ise, özelinki 1500 dür.

Romantik ya da maceraperest "küçük bir sahil kasabasında küçük bir restoran ya da pansiyon" işetme hayali ile gelen büyük şehir kaçkınlarının kiraları ödeyemeyip kaçma devri bitecek...

Paralar peşin, kırmızı meşin...

Ödeyebilenler gelecek ve onlar bekliyorlar eğlence mekanlarını, eğlenceye katılmak için...

Hep beraber, kamusu özeli; evlerimizi, dükkanlarımızı kiraya vercaaz, eğlenmemize bakcaaz...

Çok eğlencaaz dadalar çooook...

Eğlenceye katılmayan üç-beş içi geçmiş, kapısını bacasını kapatıp evinde otursun!

Çok da rahatsız olurlarsa, arıza çıkarmasınlar, evini barkını satıp gitsinler!

Mülkleri para edecek artık, gitsin başka yerde sahil kenarında otursunlar; her gün bir tabak para yese, bitiremezler zaten o paraları...

Hepimiz genciz, hepimiz eğleneceğiz; eğlence lazım bize eğlenceeeee.....



Son söz, Bozcaadalı olmayan bir "akılsız-talihsizin" sözü:

Hepimiz bu dünyaya cesur, güvenilir ve açgözlü olarak geliriz. Çoğumuz sadece açgözlü olarak kalırız. Mc Laughlin








29 Ocak 2015 Perşembe

Herbokolog

1999 yılında, Cornell Üniversitesinden iki araştırmacı, David Dunning ve Justin Kruger daha sonra adlarıyla anılacak bir bilişsel bozulmayı, tanımlayan bir makale yayınladılar. Bu çalışmalarıyla 2000 yılının psikoloji alanındaki  "Ig Nobel" ödülünü aldılar.

Çalışmanın esin kaynağı, McArthur Wheeler adlı bir banka soyguncusu idi. 

McArthur yüzüne limon suyu sürerek bir banka soydu. Bankayı soyarken, çok rahattı çünkü yüzüne limon suyu sürmüştü... Limon suyu görünmez mürekkep olarak kullanılanılabildiğinden, kendi yüzünü de bankanın kameralarından gizleyeceğine, yani kameralara görünmez olacağına emindi… 

İki psikolog, Dunning ve Kruger, McArthur’un bu ilginç hikayesini araştırmaya karar verdiler. İlgilerini çeken şey Wheeler’in bilgisiz olduğu bir konuda kendisinden nasıl bu denli emin ve özgüvenli olduğu idi…

Bu olayı inceleyen yazarlar üç noktanın dikkat çekici olduğunu söylemektedirler:

1) Hayatın pek çok alanında başarı ve tatmin; bilgi, bilgelik ve kavrayışa bağlıdır.

2) Hayatın çeşitli alanlarında uyguladıkları stratejiler ve bilgileriyle insanlar büyük ölçüde farklılaşırlar ve farklı başarı düzeylerine sahip olurlar. Bazı bilgi ve stratejiler sağlamdır ve beklenen sonuçları getirirler; bazıları ise, Wheeler’ın limon suyu hipotezi gibi, kusurludur ve istenmeyen sonuçlara yol açarlar.

3) İnsanlar başarı ve tatmin için belirledikleri stratejilerde becerikli ve yeterli değillerse, bu onlara iki yönlü bir yük getirir: a) Bu insanlar hatalı sonuçlara ulaşır ve talihsiz seçimler yaparlar. b) Yetersizlikleri ise onları bu durumu anlamaktan alıkoyar; tıpkı Wheeler gibi, iyi bir şey yaptıkları şeklinde hatalı bir inanca sahip olurlar.

Dunning durumu şöyle açıklıyor:

"İlginç olan şudur: birçok durumda, bilgisizlik insanları beceriksiz, şaşkın ya da temkinli yapmaz. Aksine, bilgisizler “cahil cesareti” diyebileceğimiz aşırı bir özgüvene sahiptirler. Bunun nedeni de onların bilgi gibi algıladıkları bir durumdur. 

"Cahil zihin tamamen boş bir kap değildir;  uygunsuz veya yanıltıcı yaşam deneyimleri, teoriler, gerçekler, sezgiler, stratejiler, algoritmalar, yöntemler, metafor ve önsezilerden oluşan bir bulamaç ile doludur, ama ne yazık ki bunlar ona, çok yararlı ve doğru bilgi gibi görünürler.– diyor Dunning.

Yale Tıp Fakültesi nöroloji profesörü Steven Novella, "Dunning-Kruger’in Dersleri" adlı makalesinde bu etkiyi şöyle anlatır:

"Bizler dünyayı anlamlandırmaya çalıştığımızda, mevcut bilgilerimiz ve paradigmalarımızı işe koşarız; fikirler geliştiririz ve onları doğrulayacak bilgileri sistematik olarak arar ve toplarız. Fikirlerimizle çelişen ya da zıtlık taşıyan bilgileri ise istisnalar olarak reddederiz. Bu deneyimleri elediğimizde ise zihnimizde “sahte” bir bilgi oluşmaktadır.  Dunning-Kruger’in tarif ettikleri etki, bizlerin edindiği bu yanlış ya da sahte bilgilerimize yüksek bir değer biçmemizi açıklıyor. Belirli bir alandaki yetkinliğimiz ya da vasıflarımız ne kadar az ise bilimsel olmayan ve asılsız bilgi ve inançlarımızı o kadar daha fazla inatla ve güvenle savunuruz….  

İnsanların kendi yeteneklerini değerlendirme konusunda kusurlu olmalarının farkındalık ve üst-biliş (meta-cognition) yetisinin olmaması ile açıklanabileceğini; “ortalama-üstü etkisi” denilen bir etkinin bu olumsuz durumda rol oynayabileceğini düşünen Dunning ve Kruger; yetenek, üst-biliş (meta-cognition) ve şişirilmiş öz-değerlendirme ilişkisini test eden dört hipotez geliştirmişler ve sınamışlardır. Bu hipotezler sırasıyla:

1) Yetkinliği düşük olan bireyler, nesnel ölçütlerle karşılaştırıldığında, kendi beceri ve performanslarını olduğundan çok daha yüksek tahmin etmektedirler.

2) Yetkinliği düşük olan bireyler, üst-biliş (meta-kognitif) becerilerin yokluğundan da muzdariplerdir; yüksek bir yetkinliği gördüklerinde, onu anlamada yetersizdirler.

3) Yetkinliği düşük olan bireyler, kendi performanslarının gerçek düzeyini anlama konusunda başarısızdırlar.

4) Yetkinliği düşük olan bireyler yine de kendi eksikliklerini anlayabilirler; ama bu paradoksal biçimde ancak onların daha yetkin hâle getirilmeleri ve meta-kognitif becerilerinin geliştirilmesiyle mümkündür.

 Yazarlar bu 4 hipotezi sınamak için Cornell Üniversitesi’nde bir dizi deneyle doğruluğunu sınamışlardır. Araştırma sonunda dört tahmin de analitik bulgularla teyit edilmiştir. Yazarlara göre, “az yetkin olma” (cahil olma) durumu, sadece kişilerin yetersiz performans göstermelerine yol açmamakta, daha da kötüsü, söz konusu kişilerin performanslarının kötü olduğunun farkına varmalarına da engel olmaktadır…

Tüm bu söylenenler, grafiksel olarak ifade edildiğinde görünüm aşağıdaki gibidir:



Grafikte de görüldüğü gibi, bir alanda yetkinlik arttıkça kişinin kendi ile ilgili özdeğerlendirmesinin eğrisi önce düşmekte ve sonra tekrar artmaktadır ancak düzeyi, “cahil”in özdeğerlendirmesine asla ulaşamamaktadır.  

Etkinin birkaç olası nedeni vardır: 

Bunlardan biri, başkalarının cehaletini kendimizinkinden daha kolay fark etmemizdir; bu nedenle de kendimizin ortalamanın üstünde olduğumuz yanılsamasına kolaylıkla kaptırırız ki gerçek durum hiç de öyle olmayabilir...

Gerçekten bir alanda uzmansanız… Eğitiminiz ya da bir alanda deneyim elde etme sürecinizde ilerlerken bir anda ne kadar az şey bildiğinizi ve daha öğrenecek ne çok şeyin sizi beklediğini, ama öğrendikçe özgüveninizin de arttığını fark ettiğiniz anları hatırlarsınız…

Bir alanda uzmansanız, insanların işiniz hakkında gerçekten ne kadar az şey bildiğini ama daha önemlisi ne kadar az şey bildiklerinin farkında bile olmadıklarını; alanınızda daha ileri uzmanlık bilgisinin ne denli fazla olduğunu düşünün. 

Ve, sizin de tıpkı diğerleri gibi uzman olmadığınız alanlarda ne denli cahil olduğunuzu…

Dunning-Kruger etkisi sadece başkaları için geçerli değildir - herkes için geçerlidir- bizim için bile...

Bizler bilginin farklı alanlarında, aynı eğri üzerinde farklı yerlerde konumlanmış durumdayız. 

Bir ya da birkaç alanda uzman, bir başka alanda belki bilgili ama muhtemelen pek çok alanda hepimiz cahiliz…

Bu nedenle, tevazu ve olgunlukla kişisel bilgilerimize şüpheyle, başkalarının uzmanlığına da saygıyla yaklaşmalıyız.  

Hepimiz az ya da çok bilişsel önyargılardan, diğer adıyla cehaletten  muzdarip olduğumuzu - zor da olsa -  kabullenmeliyiz.  

Onları tanıyabilirsek, mücadele edebiliriz, bunun sonsuz bir çaba ve süreç olduğunu göze alarak...

Göze alamazsak ne mi olur?

Değişen bir şey olmaz. Bozcaada’da hayatımıza herbokolog olarak devam ederiz…




Justin Kruger ve David Dunning; “Unskilled and Unaware of It: How Difficulties in Recognizing One’s Own Incompetence Lead to Inflated Self-Assessments”, Journal of Personality and Social Psychology, Vol.77, Sayı:6, 1999, ss.1121-1134.