Eleştiri-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eleştiri-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2016 Cuma

Neyi çağırırsanız, o gelir…


Altı üstü, ufacık ada…
İşyerleri ve konutlar, iç içe, dip dibe…
Mühim olan içindekiler.

Adada farklı kesimler var.
Kesim’den kasıt;  meşguliyetleri farklı,  beklentileri farklı, istekleri farklı, çıkarları farklı ve dolayısıyla, davranışları farklı insan kümeleri...
Hiçbir kesim, diğerinden/diğerlerinden; daha önemli ya da daha az önemli; daha aşağıda ya da daha üstün değildir. Her kesim önemlidir. 
Daha da ötesi, her birey ve canlı çok önemli ve feda edilemezdir.

“Yaz geldi, üç kuruş para kazanacağız”…
Haklılar.
“Genciz, eğleneceğiz”…
Haklılar.
“Sabah erken kalkıp işe gideceğiz”…
Haklılar.
“Hastam var. Şu üç günlük dünyada huzur istiyoruz”…
Haklılar.

Hatta bazı kesimlerin “içinde de kesimler” var:
“Tatile geldik. Kafa dinlemek istiyoruz”…
Haklılar.
 “Tatile geldik. Sabaha kadar eğlenmek istiyoruz”…
Haklılar.
“Misafirlere sabah kahvaltı hazırlamak için erken yatmam lazım ama akşam yatmak, sabah kalkmak bilmiyorlar. Gemiye yetişeceğiz diye de erkenden kahvaltı istiyorlar”…

İşin içinden Nasrettin Hoca gibi, “sen de haklısın, sen de haklısın” diyerek sıyrılmak, sadece masallarda mümkün.

“Kazancımız bu. Aç mı kalalım”?
Diye duygu sömürüsü ile baskın çıkmak, bencilce kurnazlıktır.

“Kimse gelmesin. Dünyamızdan mı bezelim”?
Diye duygu sömürüsü ile baskın çıkmak, o da bencilce kurnazlıktır.

Baskın çıkmakla, “üstünlük sağlamakla” kalıcı ve her kesimin isteklerini karşılamak mümkün değil.
Kavga çıkar …. Ve çıkacak.

Herkesin haklı olduğu bir kavganın kazananı olmaz.
Çatışmayı çözmenin tek yolu uzlaşmaktır.
Yüzde yüz haklılık ve hak’tan diğerlerini de tatmin edecek fedakarlıkta bulunmaktır.

Kendine bir de diğer kesimdekinin gözüyle bakıp “haklısınız, ama ne yapalım…..” diye bencilce kurnazlığına argüman üretmekten vazgeçmeden uzlaşı mümkün değil.

Bozcaada Belediyesi  Encümeni, 26.05.2016 tarih ve madde 29 ile;  
“15 Nisan – 15 Kasım tarihleri arası işyerleri kapanış saatlerinin 03.00 olmasına, “gece saat 24.00 dan sonra faaliyetlerine devam edecek iş yerlerimizin çevreyi rahatsız etmeyecek şekilde müzik seslerini kısarak hizmet vermelerine”… karar vermiştir.

Bozcaada Belediye Encümeni üyelerine birkaç soru:

Kapanma saati olarak 03.00 neye göre tespit edilmiştir? Hangi kesimlere danışılmıştır?

Örneğin, açılış saati olarak 06.00 da işletmesini (tespit edilen açılış saati) açmak durumunda olan ve konutu 03.00 da kapanan bir işletmenin yanında olan talihsiz işletmeci, 03.00 da uyuyup, 05.30 kalkıp mı işletmesini açacak?

Öğle sıcağı basmadan bağına bahçesine gidip işini bitirmek zorunda olan bağcı 03.00 da bitişiğindeki işletme kapandıktan sonra uyuyacak ve  saat kaçta işine gidecek?

Sabah 08.30 da mesaide olmak zorunda olan memur,  03.00 de karşısındaki gürültü bitince kaçta yatmalı ki dinlenmiş olarak mesaiye başlayabilsin?

Bunlara danışılmış mıdır? Hastası ve yaşlısı olanları sormadık zaten.

Bozcaada Belediye Encümeni, şu “çevreyi rahatsız etmeyecek şekilde” nin şeklini de bir tarif etseydi…

O şekil, ne şekil?

Kısma, ne kadar kısma?

İşletme sahibi saat 24.00 de işletmeden dışarıya fırlayıp, çevrede bir tur atıp “etrafta bir rahatsızlık var mı acaba”? diye kolaçan edip müziği bir tık mı, iki tık mı kısacağına karar verecek?

Bu turlarını hangi zaman aralıkları ile tekrarlayacak?

Rahatsızlığın-varsa şiddet derecesini neye göre belirleyecek?

Rahatsızlık derecesi ile müziğin volümünü nasıl eşleştirerek dengeleyecek? Yoksa karakol mu dengeleyecek?

İşletmelerin kapanma saatleri denetimi ve çevrede rahatsızlık-müzik sesi kısıklığı denetimi için kaç zabıta gece mesaisi ile görevlendirilecek?  

Müzik çalacak işletmelerin (varsa, ki yönetmeliğe göre olmalı), desibel ölçüm aletlerinin kalibrasyonunu kim denetleyecek?

Çevre Kanunu ve özellikle bu kararı ile ilgili, Gürültü Kontrol Yönetmeliği Bozcaada Belediyesinin hukuk  külliyatında mevcut mudur?

Bozcaada Belediyesi sadece işletme ve işletmecilerin belediyesimidir?

İşletme sahibi olmayan emekli bir vatandaş olarak, benim de bir belediyem olsun isterim.

Sabaha kadar eğlenmeye gelmeyenlere bile “hadi bak, adada sabaha kadar eğlence var eğlensenize” diyenler kuşkusuz adalılar ve ev sahibidirler. Ama tek sahibi değildirler. Evde başkaları da var.

Yıllar önce ne güzel özetlemişti Bilsay Hocam: Misafir gittiği eve ayakkabı ile girilmiyorsa kendisininkilerini de kapı önünde çıkarmalıdır…

Neyi sunarsanız, o tüketilir…

Neyi çağırırsanız, o gelir…


Bela dışında. O çağırmadan da gelir.

10 Mart 2016 Perşembe

Hırsızı Görmek

  Hırsızlar sadece para ve mal çalmazlar.  

Fikirlerinizi, düşüncelerinizi, emeğinizi, birikimlerinizi, duygularınızı hatta hayallerinizi bile arsızca çalabilirler. 

Neden mi çalarlar? 

Sahip olmadıkları şey onlara cazip gelir. Çalınca sahip olduklarını zannederler.  
Halbuki “olma”nın halleri vardır.  Fransızcadaki “etre” ve “avoir” fiilleri bunu ifade ederler. Biri kişinin kendisinin “bir şey olması” – birikimli ve donanımı ile insanın kendi halidir.  

Diğer hal ise “sahip olmak” – kişinin belli bir “şey” üzerinde mülkiyet hakkı anlamındadır. Kişinin EĞİTİMLİ OLMASI ile DİPLOMA SAHİBİ olması arasındaki fark gibi. Mülkiyet farklı şekillerde oluşabilir – çalışarak ve kazanarak, miras ve bağış yoluyla ya da hırsızlık yoluyla…

Hırsızlık yoluyla “fikir, eser, ün şan, şöhret” sahibi olanların kaderi acıklıdır. 

İstedikleri ve arzuladıkları şey aslında “olmaktır”.  Bunun gereği olan çalışmak, çaba göstermek; kendi sivriliklerini ve biçimsizliklerini taş misali akıntısında törpüleyebilecekleri bir nehir gibi algılamak istemezler hayatı. Kendini yontmak insana acı verir ve buna dayanıksızdırlar. Her hırsızlıkta “ben oldum” “bu benim” derler ve bir süre öyle giderler.  Bu zan onları kör ve sürekli hırsızlığa mahkûm eder. “Bu benim” derken telaffuzdaki vurgu hep “i” harfinde kalır. “E” harfine basamazlar…

Çok kabaca yapılmış incelikli bir hırsızlığı görebilmek için öncelikle biraz teknik bilgilendirme gerekli. Bakalım.

İntihal Nedir?
“İntihal (TDK: aşırma), bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması. İntihal bir tür sahtekârlık ve hırsızlıktır.
Başlıca türleri:
Alıntı ifadeler ve fikirler için kaynak göstermemek
Ödünç alınan ifadeleri tırnak içinde yazmamak ve kaynak göstermemek”. (https://tr.wikipedia.org/wiki/İntihal)

Bir başka kaynağa göre “İntihal:
  • ·         Aşırma
  • ·         Başkalarının yazılarından bölümler, şiirlerinden dizeler alıp, kendininmiş gibi gösterme
  • ·         Başkalarının konularını benimseyip değişik biçimde anlatma
  • ·         Bir yazıda başka bir yazıdan konu ya da biçim alma
  • ·         Başkalarının yapıtlarını kaynak göstermeden kullanma
  • ·         Hırsızlık, çalma
  • ·         Mevcut bir kaynaktaki fikri veya ürünü yeni ve orijinal gibi gösterme

Yani intihal, bir çeşit hile, dolandırıcılık ve/veya sahtekarlık olarak düşünülebilir. Başkalarının yapıtlarını çalma ve daha sonra bununla ilgili yalan söyleme eylemlerini içerir.

Kelimeler ve fikirler gerçekten çalınabilir mi?
Evet. Kanuna göre çalınabilir.
Fikri Mülkiyet: orijinal fikirlerin ifade edilmesi
Telif Hakkı: fikri mülkiyeti ve orijinal buluşları koruyan kanunlar.

  •  Başkasının çalışmasını kendinizinkiymiş gibi teslim etmek.
  • Başkasının çalışmasından kelimeleri veya fikirleri kaynak göstermeden kopyalamak
  •  Aktarılan sözleri, söylemleri tırnak işareti içerisine almadan yazmak
  • Aktarılan sözlerin kaynağı ile ilgili yanlış bilgi vermek
  • Kelimeleri değiştirseniz bile başkasının cümle yapısını kaynak göstermeden kopyalamak
  • Bir kaynaktan, kaynak göstererek veya göstermeyerek, kendi yapıtınızın neredeyse hepsini oluşturacak kadar çok söylem ve fikir kopyalamak
  • “The Too-Perfect Paraphrase” – Kaynağı düzgün bir şekilde göstermek ancak kelimesi kelimesine kopyalanmış metni tırnak işareti içerisine yazmamak. Bu durumda, kaynak gösterilmiş olsa da yazar özgün sunumu ve yorumu kendisininmiş gibi göstermektedir.
  •  “The Resourceful Citer”/ “Saygılı Bahsedici” – Tüm kaynakları olması gerektiği şekilde belirtmek, tırnak işaretlerini ve tekrar yorumlamayı yerinde kullanmak. Peki bunun neresi yanlış? Metinde hiç özgün kısım yok! Bu tarz bir intihali farketmek çoğu zaman zor olabilir çünkü metin herhangi başka iyi bir araştırma dokümanına benzemektedir. (http://bbyuygulama.atauni.edu.tr/sp/assets/users/_serpilfirat8925/plagiarism1.pdf)


“3.1. İntihal Türleri Nelerdir?

Genel olarak yapılan intihal türleri şunlardır: [7, para. 4]:

  • ·         Klonlama (Clone): Başkasının çalışmasını kelime kelime kendininmiş gibi sunma.
  • ·         Kopyalama (Ctrl-C): Değişiklik yapmadan tek bir kaynaktaki metnin önemli bölümleri içerme.
  • ·      Bulma-Değiştirme (Find-Replace): Anahtar kelimeleri ve cümleleri değiştirme fakat kaynağın önemli içeriğini koruma.
  • ·         Remiks Yapma (Remix): Birbirine uyan birçok kaynağı başka sözcüklerle anlatma.
  • ·         Geri Dönüştürme (Recycle): Yazarın önceki çalışmalarını kaynak göstermeden fazlaca alma.
  • ·         Melezleme (Hybrid): Kaynak göstermeden kopyalanan metinler ile kaynak gösterilenleri mükemmelce birleştirme.
  • ·         Lapa Yapma (Mashup): Birçok kaynaktan kopyalanan materyali karıştırma.
  • ·         404 Hatası Yapma (404 Error): Var olmayan ya da kaynaklar hakkında hatalı bilgili kaynaklar içerme.
  • ·         Toplama (Aggregator): Uygun kaynak içerme fakat neredeyse hiç orijinal çalışma olmama.
  • ·      Yeniden Tweetleme (Re-Tweet): Uygun kaynak içerme fakat orijinal metne ya da yapıya çok yakından dayanma.

3.2. İntihal Olarak Kabul Edilen Davranışlar Nelerdir?

Aşağıdaki fiiller intihal olarak kabul edilen davranışlar arasında yer alır [8, para. 5]:
  • ·         Başkasının çalışmasını kendininmiş gibi teslim etmek.
  • ·         Başkasının kelimelerini ya da fikirlerini kaynak göstermeden kopyalamak.
  • ·         Alıntıyı tırnak içine koymada başarısız olmak.
  • ·         Alıntının kaynağı hakkında yanlış bilgi vermek.
  • ·         Kelimeleri değiştirmek fakat kaynak göstermeden kaynağın cümle yapısını kopyalamak.
  • ·      Kaynak gösterip ya da göstermeksizin çalışmanın ana kısmını oluşturan kaynaktan çok fazla kelime ya da fikir kopyalamak.”( Behlül Gücükoğlu, Zerrin Ayvaz Reis, Türkiye’de ve Dünyada İntihalin Yaptırımları, http://ab.org.tr/ab14/bildiri/323.pdf)

Bir başka kaynakta intihalin nedenleri ve örnekleri aşağıdaki gibi verilmektedir:

“3) NEDEN İNTİHAL YAPILIR?
  • ·         Yeterli zamanın olmaması
  • ·         Kişinin o konuda uygun şekilde yazacak birşeyinin olmaması
  • ·         İyi bir derece/not almak
  • ·         Kendine güven sorunu
  • ·         İntihali daha önce de yapıp yakalanmamış olması
  • ·         Danışman ve öğrenci arasında yeterli iletişimin olmaması
  • ·         Yaptığının intihal olduğunu bilmemesi (Farkında olmadan intihal yapıyor olması).

Örneklerle neler intihaldir, neler değildir diye bakmak gerekirse:

“Anoreksiya nevroza” rahatsızlığı hakkında bir makale yazdığımızı düşünelim. Bununla ilgili kaynak taraması yapıyoruz ve şöyle bir metinden yararlanıyoruz.:

Orjinal metin:
Perhaps the most puzzling symptom of anorexia nervosa -- a disorder that tends to occur in young women -- is the refusal to eat, resulting in extreme weight loss. While most people have a great deal of difficulty in dieting and losing weight, particularly if a diet extends over many months or years, individuals with anorexia nervosa can literally diet themselves to death. (2011, June 5)

Alıntılanarak yazımızın içerisine konulmuş şekli:
Anorexia nervosa is a serious disease which causes many people –especially young women- to die. Perhaps the most puzzling symptom of anorexia nervosa is the refusal to eat, resulting in extreme weight loss. Many people have a lot of difficulties when they are dieting, but if a diet extends over many months or years, individuals with anorexia nervosa can literally diet themselves to death. (2011, June 5)

Yukarıdaki örnek bir intihaldir. Alıntının kaynağı belirtilmiş olsa bile, işaretli cümlelerin aynı olması intihal kabul edilmektedir. Kaynaktan birebir olarak alınan cümleler, kelimeler uygun şekilde belirtilmek zorundadır.”  (http://awc.iyte.edu.tr/handouts/6sorudaintihal.pdf)

İntihale sıkça maruz kalmış blog yazarı Deniz Gürel,  konu ile ilgili duygu ve düşüncelerini şöyle anlatmaktadır:

“Beni hayrete düşüren ve aynı zamanda kızdıran konu şu ki intihal (aşırma) konusunda doğru bilince sahip değiliz. Bir içerik internette yayınlanmışsa sanki herkes tarafından serbestçe alınıp kullanılabilirmiş gibi ‘yanlış’ bir anlayış var. Bu yanlış anlayış nedeniyle bir başkasının içeriğini alıp ‘tepe tepe’ kullanmak normal algılanıyor.
Eğer bir alıntı yapılacaksa bunun belli kuralları vardır. Yazının/eserin tümünü olduğu gibi kopyalamak alıntı değil çalıntı yapmaktır. Her eser bir emek sonucunda oluşur, bu emeği görmezden gelerek kullanmak hem etik hem de hukuki olarak suçtur. Bu kadar net!”( http://www.denizergurel.net/intihal-asirma-sucu-nedir-nasil-yapilir/)

Etik ve hukuki bir suç olan aşırma ile ilgili tanım, ilke, hak ve cezaları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından düzenlemektedir.

Madde 16 – Eser sahibinin izni olmadıkça eserde, veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.
Madde 18 – (Değişik: 21/2/2001 - 4630/11 md.) Mali hakları kullanma yetkisi münhasıran eser sahibine aittir
Madde 21 – Bir eserden, onu işlemek suretiyle faydalanma hakkı munhasıran eser sahibine aittir
Madde 35 – Bir eserden aşağıdaki hallerde iktibas yapılması caizdir:
3. Alenileşmiş güzel sanat eserlerinin ve yayımlanmış diğer eserlerin, maksadın haklı göstereceği bir nispet dahilinde ve münderacatını aydınlatmak maksadiyle bir ilim eserine konulması; İktibasın belli olacak şekilde yapılması lazımdır.
Kanunun 71. Maddesi, önceki maddelerde ayrıntılı olarak tarif edilen manevi ve mali hakların çeşitli ihlal türleri karşılığında verilecek cezaları düzenlemektedir.

Bu kısa teknik bilgilerden sonra, gelelim işin “oldu-bitti” kısmına…

Şu anda, bu yazıyı okuduğunuz blog Mayıs 2010 yılında açılmıştır. Altındaki notta, 5846 sayılı yasaya atıf yapılmadan ancak öngördüğü şekilde, şu cümle yer alır: 

Yazı ve resimlerin tüm hakları yazara aittir. İzinsiz kopyalanamaz, alıntı yapılamaz.

Ağırlıklı olarak Bozcaada ile ilgili düşüncelerimi, fikirlerimi, öğrendiklerimi, hayallerimi ve hayalkırıklıklarımı, sevinç ve kızgınlıklarımı blog izleyenleri ve arkadaşlarımla paylaşmaktayım. Zaman zaman konuklarım da olur.  Teknik olarak mümkün ve teklif edildiği halde bloğu ticari kazanç getirici bir hale getirmeyi hiç düşünmedim.  Reklam alıp paylaştıklarıma bir değer biçemem.

Aksi iddia edildi ve yine bir başka “sahip olan” tarafından vergi dairesine şikâyet edildim.  Şikayet edenin (adı bende saklı) utandığını varsayıyorum; şikayeti ve bloğum nedeniyle hiç vergi mükellefi ya da cezalısı olmadım. İnsan sadece kendisi ile rekabet etmeli…

Bu blogda 16 Aralık 2010 tarihinde bir makale yayınladığım: Bir Ada Fenomeni: Vasilin Meyhanesi (http://tenedos-bozcaada-tenedos.blogspot.com.tr/2010/12/bir-ada-fenomeni-vasilin-meyhanesi.html )

Kendisini az ama eşi ve çocuklarını yakından tanıdığım, dostluk ettiğim; çok geniş bir duygu yelpazesine sahip hikâyelerine tanıklık ve duygudaşlık ettiğim; yayınlamadan metin için yakınlarının onayını aldığım Vasil Bey ve Meyhanesi’nin çok genel çizgili bir portresidir o yazı.  Yakınlarında, acıların ve yaraların henüz tam geçmediği, sadece hafifçe kabuk bağladığı Vasil Bey’in ölümü ve meyhanenin kaderi ile ilgili “daha yazma” dedikleri pek çok şey gün yüzüne çıkmayı beklemekte…

Sadece adalet önünde muhatap olacağım gerekçesiyle, yayın ve yazar ismini şimdi, burada zikretmeyeceğim; Bozcaada’da ticari olarak yayınlanan bir derginin Şubat-Mart 2016 nüshasında yer alan bir makalesini dikkatinize sunacağım. 

Neden mi? Makalenin gövde metni 28 cümle. Bu 28 cümlenin sadece 8 cümlesi yazarına ait.  Oranlarsak % 28.  Diğer 20 cümle ve %72 lik kısmı yukarıda sözünü ettiğim yazımın % 70inin “copy” hali.  Kopyalanmayan % 30 kısmı da yazarın 8 cümlesi için “esinlenme” kaynağı olmuş. 

Yazının sonunda, “Yararlanılan Kaynak” olarak bloğun adresi verilmiş. “Yararlanılan kaynak” diyebilmek için yazar, bir paragrafa, “gelelim hikayesine” ve diğer paragrafa da “Lakin,” giriş cümlesi ve kelimelerini “işlemiş”.  Alınan % 70 in alıntı olduğunu belirten bir işaret yok. Sadece “kaynaktan yararlanmış”; gelelim hikayesine ve lakin’le bağlayarak makaleyi bitirmiş!  Ve tabi ki resimlerden birisini de değiştirmiş… Ama bir mail yazıp izin istemek aklına gelmemiş…

 İlgi çeksin diye başlıkta sormuş: “Neydi ne Oldu! Bir zamanlar Vasil’indi… Ya şimdi?”

Derginin aynı sayısının bir başka makalesinde, “basın ilkelerine sadık yayıncılık yapmanın profesyoneller için bile zorluklarından” söz edilmekte.   Haklılar; sadece ilkelere değil yasalara da uymak zor geliyor anlaşılan, ve ironi gibi…

Kes-yapıştır-geri kalanını büzüştür - ekle-yayınla ve “örnek işletme abone tablosu, örnek reklam tablosu” ile gelsin paralar ve şöhret…


Yazık… 



Alıntı-Çalıntının renkli işaretle gösterildiği yazım: 

16 Aralık 2010 Perşembe
Bir Ada Fenomeni: Vasilin Meyhanesi

Adaya gelen ilk "istanbullular"ın anılarında Vasilin meyhanesi önemli bir yer işgal eder. Sadece onların mı? Adalıların anılarının önemli mekanlarından biridir Vasilin meyhanesi... Türküyle rumuyla önemli bir buluşma, kaynaşma, şakalaşma, "iki tek atma" yeri...

Çanakkale ve Çardakta fıçıcılık yaparken mevsimlik işçiliğin canına tak dediği Vasil Efstratiu 1958 yılında eski belediye binasının yanındaki köşede yer alan dükkanı bankadan kredi kullanarak satın alır.  Meyhane açar.  Varlıklı bir adam değildir Vasil Bey bu yüzden çok çalışır. Kısa sürede borcunu öder.


Meyhanesi kısa  sürede adanın sevilen mekanlarından biri olur.  Güleryüzlülüğü, efendiliği, yemeklerinin lezzeti ve en önemlisi neşelenince kemanını alıp dostlarına müzik ziyafeti çekmesi meyhaneyi en tercih edilen yer yapar.

Kemanı Vasil Bey için çok değerlidir. Onu dükkanda tutmaz. Meyhanede çalacağı zaman evinden birisiyle getirttiğinde mutlaka "şifreli" ister evdekilerden. Gönderdiği kişiye anahtarlığını verir ve evden o anahtarlığı görmeden kemanı vermezler. Daha sonraları Almanyadan bir pikap getirtir Vasil Bey ve meyhanede muhabbetler koyulaşınca hafiften rumca ya da türkçe çalan bir plak döndürür.

Her sabah evde bir kaşık reçel ve bir bardak sudan oluşan kahvaltısından sonra Vasil Beyin ilk işi  balıkçı barınağına gitmektir. Erkenden balıklarını alır, arka denizde temizler ve hazırlar. Dükkanda kömür ızgarasını yakar, külle örter.  Daha sonra diğer alışverişini yapar. Domatesli kalamarı, ahtapot salatası, kağıtta kaşarlı pastırması dillere destan olur.

Adalılar için bir sosyal klup gibidir meyhane. Memurlar, esnaf, nadiren gelen turistlerin vazgeçilmez mekanıdır. Özellikle kış geceleri saat 22.00 den sonra lüks lambasının sarımtrak ışığında neşeli kahkahalar meyhanenin içinde kalmaz dışarı taşar. Hafta sonları daha çok rum ailelerdir müşterileri... Bir de daimi müşterileri vardır: en yakın dostları Osman Kaptan ve Fıçıcı Stelyo...Meyhanenin en büyük neşe kaynaklarından biri olan küçük oğlu Apostolun yerden fırlatarak oldukça yüksek tavana kağıt para yapıştırması numarasının sırrı tıpkı lezzetli ızgara köftesinin reçetesi gibi hala bilinmemekte...
Çalışkanlığı, tevazusu ve yardımseverliği ile Vasil Bey adanın sevilen esnafından biridir. Bu özellikleri nedeniyle de uzun yıllar cemaat başkanlığı yapmıştır. Dürüstlüğü, adaletseverliği ve sağduyusu ile çeşitli anlaşmazlıklarda  başvurulan güvenilir bir hakem olmuştur hep. Ama bir başka özelliği onu bir efsane haline getirmiştir, o da içki içme adabı. Sıkça rakı kadehini gösterip "bunu içmeyen ya delidir ya divanedir" sözünü hala sevenleri kadehi aldıklarında adını telafuz etmeden söyleyip onu anarlar.

Her güzel şeyin geçici olduğu gibi adada da "zor zamanlar" başladığında Vasilin meyhanesi açık kalmak için direnir. Zaman gelir gidenler azalır, zaman gelir camı kapısı kırılır. Açıldıktan 24 yıl sonra Vasil Beyin Meyhanesi ada için bir devrin kapanması gibi kapanır.

Meyhane binası hala yıllara tanıklık edercesine köşede boş olarak durur. Ada ve adalıların anılarında ise hep o dolu, nezih ve neşeli haliyle yer alır. Vasil Bey ise, değerli adalı Bilsay Kuruç hocanın dediği gibi, "Vasil müstesna meyhanesi, rakı adabına göre düzenlenmiş yaşamı ile Ada’nın aristokratı gibi..." anılarda yaşamaya devam eder.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Bozcaada Kargalarından Ödüllü Bilgi Yarışması

Bir önceki yazımızda sözü edilen, Bozcaada'nın koylarının isimlerinin yer alacağı tabelaların, iki gün önce konulduğu görülmüştür.

Yollar iki yönlü; tabelalar tek yönlü...
Hadi neyse, düne kadar hiç yoktu diyelim...

Plaja 500 metre mesafede ve arada Aya Paraskevi paraklisi olmasına rağmen "Ayazma Plajı" diye, koyun tek tarafına, tepeye tabela dikilmiş...
Hadi neyse, düne kadar hiç yoktu diyelim...

Ama bir tabela dikilmiş ki, akıl sır ermez...
Aklı erene, doğru cevabı bilene, Bozcaada kargalarından ödül var...



1. Resimde tabela, 2. Resimde tabelanın biraz geniş açıdan yeri görünmektedir.

1. Resimdeki tabelada, "Mermer Burnu ve Çanak Liman Plajı" yazılı tabela görünmekte, 2. Resimde Ayana Koyu görünmektedir...

Ödüllü soru şudur:

Aşağıdaki seçeneklerden sadece biri doğrudur ve bu seçeneklerden hangisi doğrudur:

a.  Tabela eksiktir, yazının altındaki sol okla birlikte, 3 km yazısı unutulmuştur...
b. Tabelayı diken ya da diktiren ....... Ayana Koyu'nu, Mermer Burnu ya da Çanak Limanı olarak biliyordur. (Bu seçenek doldurmalıdır, noktalı yerlere yakışan sıfatı siz ekleyin)
c. Tabelayı diken ya da diktiren için tabelada ne yazdığı değil, tabelanın herhangi bir yere dikilmiş olması önemlidir.
d. Tabelayı diken ya da diktiren bir provakatördür. (Tabelayı kasten yanlış yere dikmiştir).
e. Tabelayı diken ya da diktiren bir şakacıdır. (Adalıların dikkatini sınamak için yanlış yere dikmiştir).
f. Tabelayı diken ya da diktirenin ne Bozcaada, ne de işlerin ilk defasında doğru (hatasız) yapılması umurunda değildir.

Doğru seçeneği en doğru bilen ilk 3 kişi, kargaların sabah kahvaltısından kazanacaklardır;
biz onların doğru seçeneği bilip bilmediğini bilemeyeceğimiz için yapacak çok fazla bir şey yok...

Tabelaların yazılı yüzü, kargaların havada uçarken okuyacağı biçimde yukarıya doğru dönük biçimde çakılsaydı, sadece kargalar bize gülerdi...


16 Temmuz 2015 Perşembe

Bozcaada Kargaları Öğreniyor...

Şemsiye üreticileri, yazın yağmurlu geçmesini isterler…
Sandalet üreticileri, yazın kurak geçmesini isterler…
Bira üreticileri, yazın sıcak geçmesini isterler…
Bozcaada kargaları, yazın çabuk geçmesini isterler…

Kargalar, hele Bozcaada kargaları oldukça meraklı ve zeki hayvanlardır.
Ayrıca müthiş bir hafızaları vardır.
Ortalama olarak bir karganın 100 kelime ya da 50 kadar cümleyi ezberleyebildiği bilinir.
Bozcaada kargaları için 16 kelimeyi ezberlemek, çocuk oyuncağı…
Ancak bir sorunları var…

Daha doğrusu, Bozcaada Belediyesine bir önerileri:

Bozcaada Belediye Meclisi, 06 Haziran 2015 tarihinde aldığı bir kararla, Bozcaada’nın bazı koylarına isimlerini gösteren 16 adet tabela dikecekti.
Projeyi Bozcaada Belediyesine Bozcaada Kent Konseyi aracılığı ile götüren Bozcaadalılar Derneğinin bu tabelalama işi için öngörüsü, sallana sallana 15 iş günü idi…
İş esasında, 5 iş günü… (3 günde tabelaların hazırlanması, 2 günde yerine dikilmesi).

Meclis kararından bugüne geçen süre, 40 gün.
Kalan sezon da 40 gün…

Sonra, ada kargalara kalacak.

Geri kalan sekiz ayda o tabelaları kargalar okuyacak.
Bu nedenle, şu saatten sonra yapılacak tabelaların, mutlaka yazı kısmı yukarıya bakacak şekilde –
- Yani kargaların uçarken kolayca okuyabileceği biçimde yerleştirilmeleri gerekecek…

Ki, kargaların işine yarasınlar…
Hiç olmazsa kargalar, Bozcaada’nın koy isimlerini kış boyunca doğru öğrensinler…

21 Mayıs 2015 Perşembe

Bozcaada Üniversitesi

Milattan sonra 455-556 yıllarında kurulup, 848 yılında üniversite statüsünü alan ilk yükseköğretim kurumu, günümüzde Magnaur Okulu olarak da anılan Πανδιδακτήριον - Pandidaktirion, ya da Konstantinopol Üniversitesidir.

Bugünkü İstanbul Üniversitesinin büyük büyük babası…

Milattan sonra 859 yılında, Fas şehrinde Fatimi el Fahri tarafından Al-Karouiyn üniversitesi kurulmuştur.

Yine 9. Yüzyılda Salerno Üniversitesi, 12. Yüzyılda Paris Üniversitesi kurulmuştur.

 1117 yılında Oxford Üniversitesi öğrencileri ve hocaları ile Oxford sakinleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucunda şehirden ayrılan bir grup öğretim elemanı kuzeye giderek 1209 yılında Cambridge Üniversitesini kurmuşlardır.

Avrupa ülkelerinde 13. Yüzyıldan sonra bir dizi üniversite açılmaya başlanmıştır: Bologna, Monpele, Padue, Napoli, Floransa, Prag, Krakow, Viyana, Haidelberg, Laipsig, Bazel…

Doğu Roma kurumları geleneklerinden bazılarını benimseyen Osmanlı İmparatorluğu kuruluşunun daha ilk yıllarında, fakültatif yapısı ve işleyişi ile dönemin İstanbul Üniversitesi sayılabilecek Enderun Mektebini kurmuştur.

Ortaçağda üniversitelerin açılmasını sağlayan en önemli etmen … şehirleşmedir.

Günümüzde de en önemli etmenlerden biri, yine şehirleşme olgusudur.

Çünkü şehirleşme demek esasında meslekleşme ve uzmanlaşma demektir.

Meslekleşmenin sonucu olan uzmanlaşmanın yarattığı katma değerin biriktirildiği ve pazarlandığı yerdir şehir.

Meslekleşmeyi ve uzmanlaşmayı sağlayan, disipline eden kurum ise üniversitedir.

Mesleklerin ve uzmanlığın bilgisini üreten, biriktiren ve aktaran kurumdur üniversite.

Bu nedenle, köyde kasabada üniversite olmaz…

İstisnaları bulunmakla birlikte, geleneksel anlayış olarak bir üniversitede fen fakültesi, mimarlık fakültesi, tıp fakültesi ve hukuk fakültelerinin bulunması gerekmektedir.  

Geleneksel bu disiplinler dışında çeşitli disiplinlerle ilgili eğitim veren ve araştırma yapan pek çok fakülte, fakültelerin içinde de birçok bölüm bulunabilir.

Üniversiteye bağlı Fakülteler daha çok (4-6 yıllık öğretimle) yüksek nitelik gerektiren mesleklerle ilgili temel eğitimi verip (öğretmen, doktor, mühendis, mimar gibi) daha ileri uzmanlığa (yüksek lisans ve doktora) hazırlayan birimlerdir.

Yüksek okullar ise yine üniversiteye bağlı (2-4 yıllık öğretimle) çeşitli meslek dalları için daha çok ara insangücü (tekniker, teknisyen, hemşire, tıp teknisyeni gibi) hazırlayan birimlerdir.

Farklı ülkelerde farklı modeller bulunmakla birlikte, ülkemizde, mesleki öğretim ağırlıklı olarak fakülte ve yüksekokullar tarafından yürütmektedir.

İleri uzmanlık eğitimlerini (yüksek lisans ve doktora) ve araştırmayı ise ağırlıklı olarak yine üniversiteye bağlı enstitüler yürütmektedirler. (Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Spor ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü gibi.)

Enstitüler, en az 4 yıllık bir fakülte eğitiminden sonra,  ileri uzmanlık eğitimi veren üniversite birimleridir. İleri uzmanlık eğitimi almak isteyenler için ülkemizde sadece bir fakülte diploması yetmemektedir. Yabancı dil bilgisi, merkezi bir sınavda başarılı olma, yüksek diploma notu, alanda mesleki deneyim, yayın yapmış olma gibi koşullar da aranmaktadır.

Üniversite eğitimi; üniversitenin ekonomik ve siyasal koşulları ne olursa olsun, bilimsel araştırma düzeyi ve disiplini ile kendi kültürünü oluşturmaktadır. Üniversite eğitimi, içeriği ne olursa olsun bir bilgi aktarmadan çok bir algılama ve davranış kültürü oluşturma işidir.

Bu nedenle üniversiteler verdikleri tıp, hukuk, ziraat, mimarlık, mühendislik, sosyal, fen bilimleri gibi alanların eğitiminden belki de daha fazlasını öğrencilerin algı ve davranışlarını biçimlendirecek ve kültürü oluşturacak yatırımlar ve düzenlemeler yaparlar:

Öğrencilerin ders dışında zaman geçirebilecekleri kütüphane, kantin, kafeterya, spor tesisleri, çeşitli ilgi alanlarına yönelik kulüpler ve mekanlar, konforlu yurtlar, servisler, araştırma ve çalışma laboratuarları, gözlemevleri, mediko-sosyal merkezler gibi pek çok yatırım ve düzenleme.

Öğrencilerin yanında üniversiteler benzer yatırımları öğretim elemanları için de yaparlar:  Lojman, sosyal tesis, laboratuar, araştırma-geliştirme merkezleri, bilgiye ulaşım ve işleme teknolojileri gibi…

Kaleme vurduğunuzda tüm bu yatırımların maliyeti muazzam…

“Zurnanın zırt dediği” yer de burası…

Çünkü eğitim, tıpkı sağlık gibi bir dışsal bir ekonomidir.

Yani, yaptığınız yatırımın sonucunu almanız için çoooook zamanın geçmesi lazım.

Yani, hadi ilkokuldan başlamayalım, liseden başlayalım; yatırım yaptığınız bir öğretmen adayından dört; mühendis adayından beş, tıp öğrencisinden bir uzman olarak verim alabilmeniz için en az on yıl beklemeniz lazım.

Bu eğitim hayatı boyunca aile destekleyecek, devlet yatırım yapacak ve kişi ancak en az 4 yıl sonra iş görür, para kazanır hale gelecek.

Halbuki bu yatırımla, diyelim ki aile bir ev aldı ve kiraya verdi, hemen gelir elde etmeye başlar…

Bu nedenle sağlık ve eğitim yatırımları geri dönüşü uzun süreli ancak uzun dönemde toplum açısından gerekli yatırımlardır.

Eğitim ve özellikle yükseköğretim - üniversite yatırımları için özellikle devlet çok sık eler ve dokur…

Yazının başından beri şöylece sıralanan en önemli gerekçeleri didik didik eder ve ince ince maliyet hesabı yapar.

Bazen siyasi ve popülist kaygılarla da hareket ettiği olur ama işin mantığına aykırı pek fazla da davranmaz.

Dolayısıyla,

Bir şehir değil, bir kasaba bile değil; kışın kapanan ve sezonda açılan kocaman bir tatil merkezi olan Bozcaada’ya üniversite kurulması işin mantığına aykırı, bir.

Yetkili ve etkili ağızlardan çıkan “Bozcaada’ya üniversite kurulsun”dan kasıt “mevcut bir Yüksekokulun bir ya da iki bölümün açılması” ise, bunu bu şekilde, doğru olarak ifade etmemeleri hadi bilgisizlik demeyelim ama iletişimde affedilemez bir özensizliktir, iki.

Üniversite ya da yüksekokul bölümü, hangisi olursa olsun, “kış sosyal hayatı canlansın, esnaf para kazansın” gibi resmi ağızlardan ifade edilen bir gerekçelendirme ile dile getirildiğinde açılacağı varsa da açılmaz, üç.

Genellikle dar gelirli-kırsal kesim ailelerin çocuklarının devam ettiği iki yıllık meslek yüksekokul öğrencilerini “sosyal hayat canlandırma” ve “kış geliri elde etme” kapısı ve aracı olarak görme ne sosyal ne de ekonomik ama en başta etik olarak Bozcaada’ya yakışan bir bakış açısı asla değildir, dört.

Bozcaada'lı çocuklar okusun beklentisi yok; resmi olarak dile getirilmeyen beklenti (daha önceki deneyimler sabit), öğrencilerden ucuz iş gücü olarak işletmelerce yararlanılması sosyal ve ticari etiğe aykırıdır, beş.

(Bu aykırılığın utancından kurtulmak için “Staj yaparlar” deniliyor. Halbuki işletmeler Bozcaada’da yüksek okul olmadan da şu anda öğrencilere staj yaptırabilirler… Staj yaptırabilmenin koşulu, kurumsal bir işletme yapısının olması; yoksa köle pazarından farkı olmaz…)

Üniversite eğitiminin yukarıda değinilen özellikleri ve gerektirdiği ortam hazırlama yatırımlarını ve koşullarını göz ardı edip “eski mapusaneyi verdik, kurun hadi” demeye, karar vericiler olsa olsa, en hafif deyimiyle, naif bir köylü kurnazlığı gözüyle bakarlar, altı.

Peki, o olmaz, bu olmaz…

Bozcaada’ya hiç mi üniversite olmaz?

İlla ki olması isteniyorsa olur, neden olmasın ki?

Mevcut algılama, beklenti, düşünce ve ifade biçimini toptan unutma koşuluyla, olur.

En yakın üniversite olan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesiyle ya da başka bir üniversiteyle (ya da birkaçıyla birden) Fen Bilimleri, Sosyal Bilimler ya da Sağlık Bilimleri Enstitülerine bağlı bir Bozcaada Araştırmaları Merkezi kurma protokolü imzalarsınız.

“Mapusane binası” ya da bir başka binayı; ofis, seminer odası, laboratuar, konuk odaları olarak düzenler ve hazır hale getirirsiniz.

Bozcaada’yı konu alan (toprağı, bağı, balığı, turizmi, ekonomisi, sosyal yapısı, tarihi, arkeolojisi  v.s, v.s.) tüm yüksek lisans ve doktora çalışmalarına sembolik de olsa destek verirsiniz.

Bunları yayınlayarak çekiciliğini arttırırsınız. Bozcaada ile ilgili bilimsel çalışma külliyatı oluşturursunuz.

Bir süre sonra konusu Bozcaada ve Kuzey Ege olan ve burada biriken bilgi, ulusal ve uluslararası düzeyde kongre, simpozyum, çalışma grupları ve kampları, eğitim ve paylaşım toplantıları gibi sezonla sınırlı olmayan etkinliklere dönüşür.

Bilim sezondan ve iklimden etkilenmez.

Kuzey ya da güney kutbu belgesellerini bizler sıcak sobanın başında izlerken araştırmacılar inanılmaz koşullarda çalışmalarını yapıyorlar, hatırlayın…

Bugünden başlamak koşuluyla beş-on yıl sonra bunlar Bozcaada için gerçek olabilir.

Araştırma için gelecek olan kişilerin profili, ilçe mektebinde liseyi bitirip iki yıllık yüksekokulu kazanarak Bozcaada’yı haritada gösteremeyen çocuğunki gibi olmayacak.

En az 4 yıllık fakülteyi yüksek ortalama ile bitirmiş, bir mesleği ve geliri olan, yabancı dil bilen, merkezi sınavda başarı sağlamış, Bozcaada konulu çalışmasıyla gelecekten ve hayattan ciddi beklentileri olan, alanı ile ilgili Bozcaada’daki en az bir soruna özgün çözüm üreten ve geliştiren – öneriler sunan – tez yazan bir yetişkin.

Her yıl açılan en az 25 lisansüstü programın her birinden bir öğrencinin Bozcaada’yı konu alması ve Bozcaada’daki merkezde çalışması hem nitelik hem de nicelik olarak Bozcaada’ya inanılmaz katkılar sağlayacaktır.

Ortalama olarak bir yüksek lisans tezi çalışmasının iki-üç, doktora çalışmasının dört-beş yıl sürdüğü göz önünde bulundurulursa, böyle bir grubun Bozcaada “sosyal ve ekonomik yaşamına” katkısı, diğerleri ile kıyaslanamaz.

Tüm bu organizasyonun yapılabilmesi Bozcaada yerel yönetimi ve STK larının istek, çaba, özen, kararlılık ve en önemlisi iletişim ve ikna kabiliyetine bağlıdır.


“Haydi, bizim de üniversitemiz olsun, ceplerimiz dolsun! Öğrenciler gelsin, sazlar davullar çalsın!” gibi sığ, gerçekçilikten ve uygulanabilirlikten uzak yaklaşımlar yerine sağlam temelli, geleceğe odaklı ve gerçek Bozcaada için katma değer yaratacak, içi ve altı dolu yaklaşımlarla “Bozcaada’da üniversite” mümkün…

"Olsun"....
Diyerek "oldurma", Tanrıya mahsus.

"İyi ve yararlı" şeylerin "olması" biz ölümlü insanlar için çok çaba, emek ve zamana mal oluyor.

Hele üniversite gibi bir kurumu "oldurmak" istiyorsak.

Bununla ilgili bir anekdotla bitirelim:

İngiltere'de sonradan zengin, şımarık ve görgüsüz bir adam "sir" unvanını almak ve asillerin arasına girmek ister. O çevrelerden bir tanıdığına nasıl asil olabileceğini sorar.

Tanıdığı der ki, önce üç üniversite diploması şart...

Sonradan zengin adam, hemen çeşitli üniversitelere başvurur, yüklü bağışlar yapar, kolay bölümleri seçer ve ittir kaktır on-onbeş yılda üç üniversite diplomasını alır almaz tanıdığının yanında soluğu alır.

İşte üç üniversite diplomam! der, şimdi ne yapmam gerekir?

Tanıdığı adam diplomalara bakar ve şöyle cevap verir:

Ben senin üç diploman demedim ki; dedenin, babanın ve senin birer diplomanı kastetmiştim...


28 Nisan 2015 Salı

Çok Eğleneceğiz Çocuklar...

Tam bir yıl önce yaşadığımız ve paylaştığımız endişeler, ete kemiğe büründü...

(Bu blogda, Seçim ve Sonrası başlıklı yazı, http://tenedos-bozcaada-tenedos.blogspot.com.tr/2014/04/ilk-isimiz-siyasetin-bir-yarsolmadgn-ve.html)

Ama olsun, çok eğleneceğiz çocuklar...

Bozcaadalı gençler, bir eğlence mekanına nihayet kavuştular.  Çok eğlenecekler...

Tabi eğlence yerinin ihale edilmesi ile sadece gençler eğlenmeyecek,

Tüm Bozcaadalıların da eğlenmesi yakın...

Hatta, 27 Nisan tarihini her yıl anmak üzere kutlama programına almak ve eğlencelerle kutlamak gerek...

Neden mi?

Çok kaba bir hesapla (ortalama 80 m2  karelik bir kapalı alan, aylık kira 40 binden) kamu binalarının aylık metre kare kira bedeli 500 TL.

Yaşasın zenginleşen Bozcaada...

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur...

Bu emsal fiyat derhal diğer tüm kamu kiracılarına - başta belediye olmak üzere, özel idare ve hazine mülklerine de - uygulanmalıdır Bozcaada'da.  Uygulamayan, kamuya zarar verir konumundadır ve buradayız...

Topladığımız kira bedelleri ile yeni eğlence mekanları yaparız, onları da 1500 den kiraya veririz.

Sadece gençler eğlenecek değil ya, biraz da ebeveynleri ve "büyükleri" eğlensinler...

Kuşkusuz Bozcaada'nın sahip olduğu böyle değerli bir eğlence yerine ülkemizin ve dünyanın çok değerli  başka "gençleri ve büyükleri" de gelecek haliyle eğlenmeye...

Öyle ya, "adamızın tertemiz çocukları ve gençleri" ile eğlenmek üzere her yerden tertemiz aileler çocuklarını onlarla birlikte eğlensinler diye ellerinden tutup adaya getirecekler...

Gelenlere de rica ederiz, "bizim çocukları" üzmezler; eğlence bu ya, düşüp üstlerini başlarını kirletmelerine izin vermezler, kollarlar beraber eğlenirlerken; bizi kıracak halleri yok, abiyiz, hatırımız kalır...

Bozcaada'nın makus talihi değişecek; gelen turist profili de değişecek ve çok değerlenecek, çok eğlenceli olacak her bakımdan...

Sıkıcı orta yaş, çekilmez ileri yaş, sorunlu yalnız kalmak isteyen genç yaş'lara ve orta-üst gelir gruplarına mensuplarından nihayet kurtulacak Bozcaada turizm sektörü...

Tabi özel sektör de çok eğlenecek.

Kamunun malının metre karesi 500 ise, özelinki 1500 dür.

Romantik ya da maceraperest "küçük bir sahil kasabasında küçük bir restoran ya da pansiyon" işetme hayali ile gelen büyük şehir kaçkınlarının kiraları ödeyemeyip kaçma devri bitecek...

Paralar peşin, kırmızı meşin...

Ödeyebilenler gelecek ve onlar bekliyorlar eğlence mekanlarını, eğlenceye katılmak için...

Hep beraber, kamusu özeli; evlerimizi, dükkanlarımızı kiraya vercaaz, eğlenmemize bakcaaz...

Çok eğlencaaz dadalar çooook...

Eğlenceye katılmayan üç-beş içi geçmiş, kapısını bacasını kapatıp evinde otursun!

Çok da rahatsız olurlarsa, arıza çıkarmasınlar, evini barkını satıp gitsinler!

Mülkleri para edecek artık, gitsin başka yerde sahil kenarında otursunlar; her gün bir tabak para yese, bitiremezler zaten o paraları...

Hepimiz genciz, hepimiz eğleneceğiz; eğlence lazım bize eğlenceeeee.....



Son söz, Bozcaadalı olmayan bir "akılsız-talihsizin" sözü:

Hepimiz bu dünyaya cesur, güvenilir ve açgözlü olarak geliriz. Çoğumuz sadece açgözlü olarak kalırız. Mc Laughlin








29 Ocak 2015 Perşembe

Herbokolog

1999 yılında, Cornell Üniversitesinden iki araştırmacı, David Dunning ve Justin Kruger daha sonra adlarıyla anılacak bir bilişsel bozulmayı, tanımlayan bir makale yayınladılar. Bu çalışmalarıyla 2000 yılının psikoloji alanındaki  "Ig Nobel" ödülünü aldılar.

Çalışmanın esin kaynağı, McArthur Wheeler adlı bir banka soyguncusu idi. 

McArthur yüzüne limon suyu sürerek bir banka soydu. Bankayı soyarken, çok rahattı çünkü yüzüne limon suyu sürmüştü... Limon suyu görünmez mürekkep olarak kullanılanılabildiğinden, kendi yüzünü de bankanın kameralarından gizleyeceğine, yani kameralara görünmez olacağına emindi… 

İki psikolog, Dunning ve Kruger, McArthur’un bu ilginç hikayesini araştırmaya karar verdiler. İlgilerini çeken şey Wheeler’in bilgisiz olduğu bir konuda kendisinden nasıl bu denli emin ve özgüvenli olduğu idi…

Bu olayı inceleyen yazarlar üç noktanın dikkat çekici olduğunu söylemektedirler:

1) Hayatın pek çok alanında başarı ve tatmin; bilgi, bilgelik ve kavrayışa bağlıdır.

2) Hayatın çeşitli alanlarında uyguladıkları stratejiler ve bilgileriyle insanlar büyük ölçüde farklılaşırlar ve farklı başarı düzeylerine sahip olurlar. Bazı bilgi ve stratejiler sağlamdır ve beklenen sonuçları getirirler; bazıları ise, Wheeler’ın limon suyu hipotezi gibi, kusurludur ve istenmeyen sonuçlara yol açarlar.

3) İnsanlar başarı ve tatmin için belirledikleri stratejilerde becerikli ve yeterli değillerse, bu onlara iki yönlü bir yük getirir: a) Bu insanlar hatalı sonuçlara ulaşır ve talihsiz seçimler yaparlar. b) Yetersizlikleri ise onları bu durumu anlamaktan alıkoyar; tıpkı Wheeler gibi, iyi bir şey yaptıkları şeklinde hatalı bir inanca sahip olurlar.

Dunning durumu şöyle açıklıyor:

"İlginç olan şudur: birçok durumda, bilgisizlik insanları beceriksiz, şaşkın ya da temkinli yapmaz. Aksine, bilgisizler “cahil cesareti” diyebileceğimiz aşırı bir özgüvene sahiptirler. Bunun nedeni de onların bilgi gibi algıladıkları bir durumdur. 

"Cahil zihin tamamen boş bir kap değildir;  uygunsuz veya yanıltıcı yaşam deneyimleri, teoriler, gerçekler, sezgiler, stratejiler, algoritmalar, yöntemler, metafor ve önsezilerden oluşan bir bulamaç ile doludur, ama ne yazık ki bunlar ona, çok yararlı ve doğru bilgi gibi görünürler.– diyor Dunning.

Yale Tıp Fakültesi nöroloji profesörü Steven Novella, "Dunning-Kruger’in Dersleri" adlı makalesinde bu etkiyi şöyle anlatır:

"Bizler dünyayı anlamlandırmaya çalıştığımızda, mevcut bilgilerimiz ve paradigmalarımızı işe koşarız; fikirler geliştiririz ve onları doğrulayacak bilgileri sistematik olarak arar ve toplarız. Fikirlerimizle çelişen ya da zıtlık taşıyan bilgileri ise istisnalar olarak reddederiz. Bu deneyimleri elediğimizde ise zihnimizde “sahte” bir bilgi oluşmaktadır.  Dunning-Kruger’in tarif ettikleri etki, bizlerin edindiği bu yanlış ya da sahte bilgilerimize yüksek bir değer biçmemizi açıklıyor. Belirli bir alandaki yetkinliğimiz ya da vasıflarımız ne kadar az ise bilimsel olmayan ve asılsız bilgi ve inançlarımızı o kadar daha fazla inatla ve güvenle savunuruz….  

İnsanların kendi yeteneklerini değerlendirme konusunda kusurlu olmalarının farkındalık ve üst-biliş (meta-cognition) yetisinin olmaması ile açıklanabileceğini; “ortalama-üstü etkisi” denilen bir etkinin bu olumsuz durumda rol oynayabileceğini düşünen Dunning ve Kruger; yetenek, üst-biliş (meta-cognition) ve şişirilmiş öz-değerlendirme ilişkisini test eden dört hipotez geliştirmişler ve sınamışlardır. Bu hipotezler sırasıyla:

1) Yetkinliği düşük olan bireyler, nesnel ölçütlerle karşılaştırıldığında, kendi beceri ve performanslarını olduğundan çok daha yüksek tahmin etmektedirler.

2) Yetkinliği düşük olan bireyler, üst-biliş (meta-kognitif) becerilerin yokluğundan da muzdariplerdir; yüksek bir yetkinliği gördüklerinde, onu anlamada yetersizdirler.

3) Yetkinliği düşük olan bireyler, kendi performanslarının gerçek düzeyini anlama konusunda başarısızdırlar.

4) Yetkinliği düşük olan bireyler yine de kendi eksikliklerini anlayabilirler; ama bu paradoksal biçimde ancak onların daha yetkin hâle getirilmeleri ve meta-kognitif becerilerinin geliştirilmesiyle mümkündür.

 Yazarlar bu 4 hipotezi sınamak için Cornell Üniversitesi’nde bir dizi deneyle doğruluğunu sınamışlardır. Araştırma sonunda dört tahmin de analitik bulgularla teyit edilmiştir. Yazarlara göre, “az yetkin olma” (cahil olma) durumu, sadece kişilerin yetersiz performans göstermelerine yol açmamakta, daha da kötüsü, söz konusu kişilerin performanslarının kötü olduğunun farkına varmalarına da engel olmaktadır…

Tüm bu söylenenler, grafiksel olarak ifade edildiğinde görünüm aşağıdaki gibidir:



Grafikte de görüldüğü gibi, bir alanda yetkinlik arttıkça kişinin kendi ile ilgili özdeğerlendirmesinin eğrisi önce düşmekte ve sonra tekrar artmaktadır ancak düzeyi, “cahil”in özdeğerlendirmesine asla ulaşamamaktadır.  

Etkinin birkaç olası nedeni vardır: 

Bunlardan biri, başkalarının cehaletini kendimizinkinden daha kolay fark etmemizdir; bu nedenle de kendimizin ortalamanın üstünde olduğumuz yanılsamasına kolaylıkla kaptırırız ki gerçek durum hiç de öyle olmayabilir...

Gerçekten bir alanda uzmansanız… Eğitiminiz ya da bir alanda deneyim elde etme sürecinizde ilerlerken bir anda ne kadar az şey bildiğinizi ve daha öğrenecek ne çok şeyin sizi beklediğini, ama öğrendikçe özgüveninizin de arttığını fark ettiğiniz anları hatırlarsınız…

Bir alanda uzmansanız, insanların işiniz hakkında gerçekten ne kadar az şey bildiğini ama daha önemlisi ne kadar az şey bildiklerinin farkında bile olmadıklarını; alanınızda daha ileri uzmanlık bilgisinin ne denli fazla olduğunu düşünün. 

Ve, sizin de tıpkı diğerleri gibi uzman olmadığınız alanlarda ne denli cahil olduğunuzu…

Dunning-Kruger etkisi sadece başkaları için geçerli değildir - herkes için geçerlidir- bizim için bile...

Bizler bilginin farklı alanlarında, aynı eğri üzerinde farklı yerlerde konumlanmış durumdayız. 

Bir ya da birkaç alanda uzman, bir başka alanda belki bilgili ama muhtemelen pek çok alanda hepimiz cahiliz…

Bu nedenle, tevazu ve olgunlukla kişisel bilgilerimize şüpheyle, başkalarının uzmanlığına da saygıyla yaklaşmalıyız.  

Hepimiz az ya da çok bilişsel önyargılardan, diğer adıyla cehaletten  muzdarip olduğumuzu - zor da olsa -  kabullenmeliyiz.  

Onları tanıyabilirsek, mücadele edebiliriz, bunun sonsuz bir çaba ve süreç olduğunu göze alarak...

Göze alamazsak ne mi olur?

Değişen bir şey olmaz. Bozcaada’da hayatımıza herbokolog olarak devam ederiz…




Justin Kruger ve David Dunning; “Unskilled and Unaware of It: How Difficulties in Recognizing One’s Own Incompetence Lead to Inflated Self-Assessments”, Journal of Personality and Social Psychology, Vol.77, Sayı:6, 1999, ss.1121-1134.