Bozcaadanın Fenomenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bozcaadanın Fenomenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2014 Cumartesi

8 Martta Oyumu Kime Vereceğim?

Fakültede amfinin en önünde otururdu. İnanılmaz hızlı yazı yazar, hocaların ağzından çıkan tek bir kelimeyi kaçırmazdı. Asla bencil biri değildi. Tuttuğu o muhteşem notların fotokopilerinden hepimiz istifade ederdik. Adıyla müsemmaydı. Neşe Çolak neredeyse her daim tebessüm ederdi. Dâhi derecede bir zekaya malikti. İstanbul Tıp Fakültesi’nin 1988 yılı sınıf birincisi oldu. O kadar azimli, o kadar gayretliydi ki. İstanbul Tıp Fakültesi’nde endokrinoloji profesörlüğüne kadar yükseldi. Bende hayret uyandıran vasfı şu oldu. İnanılmaz başarılı biriydi, bir o kadar da mütevazı. İlginçtir ki, yüksek başarısı insanlarda kıskançlık uyandırmazdı. Çünkü övülmek, takdir görmek için başarılı olma gibi bir gayreti yoktu. Tek bir amacı vardı: Çalışmak, gayret etmek. Bu kadar basit işte. (http://www.zaman.com.tr/mustafa-ulusoy/kaybolan-yillarin-telafisi_2193755.html)

günün orta yerinde ölüm haberiyle sarsıldığım harika ötesi bir insandır neşe çolak. kendisi annemin hekimiydi. daha önce hiçbir hekimin aklına gelmeyen bir teşhis ve tedavi yöntemiyle valideyi az da olsa sağlığına kavuşturmuştu. 1 yıldan uzun bir süre hiç eksiksiz takibimizi yaptı, her aradığımızda nezaketle ilgilendi. çeşitli sebeplerle bağlantı kuramaz olmuştuk kendisiyle; yoğunluk ve yurtdışı gezileri sanıyordum ben, vefatına neden olan berbat hastalığı da bugün öğrenmiş oldum. 

minnacık bir kadındı ve sevimlilik abidesiydi. sadece annemin hastalığıyla değil, benimle de yakından ilgilendi. üniversite öğrencisi olduğum yıllarda, derslerimin durumunu sorar; "büyük adam olacaksın" diye takılırdı. muayenehanesinde, hastalarının kendisine getirdiği bir torba dolusu fındığı paylaşmışlığımız vardı. yanından ayrılırken, avuç avuç fındık doldurduğunu bilirim cebime.

velhasıl, çocukluğu türlü vesilerle hastanelerde geçmiş biri olarak, hastane fobisiyle yaşayan beni etkileyen; sevdiğim tek hekimdi kendisi. 

huzurla uyuması dileğiyle... (https://eksisozluk.com/nese-colak--4193017)

Tam iki ay önce kaybettiğimiz Prof. Dr. Neşe Çolak bir Bozcaada'lıydı, her nekadar doğum yeri Trabzon olsa da...

Bugün benim oyum, Bozcaada Sağlık Merkezine, "Bozcaada Prof. Dr. Neşe Çolak Sağlık Merkezi" adının resmi olarak verilmesi için talep, teklif, takip, torpil ve terfi sağlayacak olanadır. 

Diğeri, yani 30 Mart 2014 seçimlerindeki oyum ise Bozcaada'dan çok sayıda Neşe Çolak'ların yetişmesi için ortam yaratma yönünde mesajları gerçeklerle örtüşen, bu donanım ve ekibe sahip adaydır.

Kadınlar gününüz kutlu olsun...

11 Ekim 2013 Cuma

Kitaplıkta Bulunması Gereken Bir Kitap

Bozcaada toprakları, yapılan analizlere göre en çok bağı ve üzümü beslemeyi sevmekte…

Üzüm insanoğlu tarafından belki de en uzun yıllardır bilinen, yetiştirilen ve sevilerek tüketilen meyvedir.

Kurutulmuşu ve pekmezi yanında yine binlerce yıldır en çok kullanılan muhafaza edilip tüketme yöntemi şaraptır.  

Bu nedenle Bozcaada’da yaşayan ya da gönül bağı olan herkesin kütüphanesinde üzüm ve şarap konusunda kitaplar olmalıdır.

Üzüm, bağcılık ve şarapçılık Bozcaada’nın adından bile çok önde gelen kültürüdür, kaderidir…

Ocak 2013 de Sayın Tankut İlter’in Şarap ile ilgili kitabı ilginç.

Adı, Tıp Şarap Sağlık Yaşam…


Bir derleme niteliğinde olan kitabın ilk bölümü şarap ile ilgili sosyal ve genel konulara ayrılmış:

Şarabın tarihi, şarap kültürü, şarabın sağlık üzerindeki etkileri, şarap ve kalp hastalıkları ile alkollü içkilerin zararları başlıkları; hekimlerin gözüyle, herkesin anlayabileceği, tıp terimlerinden arındırılmış anlaşılır bir dille anlatılmış.

İkinci bölüm teknik ve özel konulara ayrılmış:

Şarabın bileşimi, üretim tekniklerinin şarap fenollerine etkileri, resvaratrol, şarabın etkilerinde biokimyasal mekanizmalar, şarabın antimikrobik etkisi, şarap ve hematolojik sistem, şarabın böbrekler ve tansiyon üzerindeki etkileri, şarap ve kanser, şarap ve beyin, şarap ve migren, şarap ve alerjik hastalıklar, şarap ve ürik asit, şarap – doğal cilt bakımı.

Kitap, adeta bir şarap gözlüğü ile sağlık ansiklopedisi…

Yayın, Gastroenteoroloji Vakfı’na ait.


Bozcaada’lılara ve Bozcaada’ya gönül veren meraklılarına duyurulur… 

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Bir Ada Fenomeni: Mehmet Dinçoğlu

Şimdi ya da ileride, 1980’lerden sonrası için Ada’nın özellikle turizmi ve ekonomisi ile ilgili yazılacak başarı öykülerinin başlangıcı Mehmet Dinçoğlu ile olacak.

Her başarılı lider-girişimci gibi seveni de sevmeyeni de çok olan ancak seveninin de sevmeyeninin de bu özelliklerini teslim eden ve saygı duyulan, takdir edilen “bir yalnız adam”.

Adadaki ticaret yaşamına manifaturacılıkla başlayıp beyaz eşya ticareti ile devam eden Mehmet Dinçoğlu’nın bu çalışma dönemi ile ilgili pek çok anekdot mevcuttur. Ancak birisi, onun tüm iş yaşamı boyunca devam eden bir kişilik ve iş adamı özelliğini çarpıcı biçimde anlattığı için aktarılacaktır:

“İstanbullulardan” biri, yeni yaptırdığı evi için Mehmet Bey’den bir buzdolabı alır. Sözleştikleri saatte kapı çalınır.  Buzdolabını alan kapıyı açar ve sadece Mehmet Beyi görür.  Buzdolabını ikinci kata çıkaracak çalışanlar nerede, diye bakınırken Mehmet Bey kocaman buzdolabını sırtladığı gibi ikinci kata tek başına çıkarır, ambalajını dikkatlice çözdükten sonra prize takar ve çalıştırır.  Buzdolabını satın alan için “alışılmış patronlardan” birisi değildir karşıdaki…

“Çalışanlarından çok çalışan patron” ve “hastalık derecesinde ayrıntıcı ve titiz patron” çizgisi küçücük “manifaturacı dükkanından” bugün Adanın en büyük turizm işletmesi olan Çapraz Tatil Köyüne kadar hiç değişmedi…

Sıradan “ayrıntıcı-mükemmelliyetçi” insanların en sık yaşadıkları maluliyetlerinden birisi ayrıntıya dalınca bütünü görememeleridir; ayrıntılarda kaybolmalarıdır. Bu nedenle ulaşılabilir vizyondan çok ulaşılamayacak ütopyalarla yaşarlar. Vizyon oluşturabilen ve gerçekleştirebilenler ise sıradan insanlara göre fark yaratan öncüler ya da bir diğer deyişle liderlerdir…     

Mehmet Bey’in Bozcaada Turizmi ile ilgili öngörüsü, henüz adaya yazın tek tük gelenlerin olduğu 80’li yıllarda Antik Pansiyon ile işe başlamasını sağladı.  Beş odalı, yüz yıldan fazla geçmişi olan tarihi bir evden oluşturulan, tertemiz, küçücük bir pansiyon.  Turizm eğitimi, işletme eğitimi, turizm işletmesi eğitimi, girişimcilik eğitimi almamıştı… Ama içgüdüleri ve doğuştan getirdiği özellikleri, “devam” diyordu…

Devam etti… 

Sonra Star Hotel eklendi. Biraz daha büyük. Biraz daha profesyonel. Adanın ilk kaloriferli oteli. “İnsanlar yaz dışında da gelsin” diyordu…

Ama gerçekçi bir hesap kitap adamıdır aynı zamanda Mehmet Bey. Dağınıklığın kontrol ve işletme güçlüğü yarattığını gördü.  Herkesin “deli bu adam” dediği şeyi yaptı:  her ikisini de sattı ve o güne kadar Adalılar için hiç alışılmadık, görülmemiş bir adım attı: Tekirbahçe’nin “gevenlikleri içine” hotel yapmaya başladı.

Gündüzleri çalışan işçilerle beraber ve onlardan çok daha fazla çalışarak geven söktü, taş taşıdı, tesisat yaptı, duvar ördü, ağaç dikti, çarşaf ütüledi… Gevenliğin yerinde modern bir turizm işletmesi oluştu. Geceleri ise artık en büyük yardımcısı büyük kızının turizm yüksek lisans kitaplarını okudu… 

Ve bir daha “deli bu adam” dedirtti…

Onca emek – ailece onca emek sarf ettikleri emek sonucu yapılan tesisi yıktı…

Daha da büyümek için yıktı…

Profesyonel olmak için yıktı…

O güne kadar içgüdüleriyle ve deneyimleriyle oluşturduklarının ekonomi ve işletme biliminin söyledikleri açısından rantabl olmadığını, yatak kapasitesini arttırmaz ise profesyonel olunamayacağını okudu ve gördü…

Yıktı ve adanın ilk profesyonel turizm işletmecisi oldu…

Profesyonel olması sadece yatak kapasitesini arttırmakla olmadı tabi ki.

Turizm eğitimi olan, yabancı dil bilen personel istihdam etti.

Personelin eğitimlerini devam ettir(mekte)di…

Personeli ve müşterileri için servis aracı sağladı. Personelinin sigortasını eksiksiz ödedi ve en önemlisi, personeli için lojman sağlayarak personel devir hızını düşürdü. Bu da hizmette sürekliliği temin ettiği gibi hizmet kalitesinin sürekliliği ile doğal olarak sonuçlandı…

Bitti mi?

Bitmedi…

Birçok insan yetinip “ben oldum” derken Mehmet Bey vizyonunu geliştirmeye devam etmekte…

At çifliği…

Agroturizm…

Spor turizmi…

Çalışan arıtma tesisi…

Bazıları sadece hayal kurarken o hem hayal kurup hem gerçekleştirmekte.

Binlerce engel, çengel, kıskançlık sıradan insanları çoktan bezdirecek ve adadan kaçıracakken Mehmet Dinçoğlu için adeta “lüzümlu” motivasyon kaynağı gibi…

Kendisinin belki de en severek kabul edebileceği etiketlerden birisi herhalde “Özde Bozcaada Milliyetçisi” olacaktır. Mütevazi yaşamından hiç ödün vermeden, vücudu ve aklı ile çalışarak hakkıyla kazandığı her kuruşu “karşıya” değil, “Tekirbahçe Gevenliğine” yatırdığı için. Bıkmadan usanmadan Bozcaada sevdasını dinlemeye hazır herkesle her zaman paylaşmaya hazır olduğu için… Bozcaada’ya en büyük ve en güzel turizm tesislerinden birini önünde örnek olmadan, örnek olarak kazandırdığı için…

Yazının başında, Mehmet Bey için kullanılan “bir yalnız adam” tanımlaması sizi şaşırtmasın. Serüveninde, başından beri Mehmet Dinçoğlu’nun en büyük destek ve dayanağı, “kader ortağı” ve varlık sebebi kuşkusuz Fatma Öğretmen, Aslı Hanım, Ezgi Hanım ve Özgün Bey’dir. 

Mehmet Dinçoğlu’nun yalnızlığı, lider-girişimci yalnızlığıdır.


Tanıma şansına sahip olduğum 1996 yılından beri düşündüğüm ve söylediğim; Ada’da Mehmet Dinçoğlu’ndan on Mehmet Dinçoğlu daha olsaydı Ada’nın kaderi ve görünümü şimdi çok daha başka olurdu…

10 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Trajedi, Bir Komedi



Yukarıdaki linkte, Herkül Millas’ın “Dostların Zararlı Yanı” adlı güzel bir makalesini bulacaksınız.
“”Azınlıkların bazı dostları bazen zararlı olabiliyor. Kaş yapalım derken göz çıkarıyorlar. Bu dostlar iyi niyetle davranıyor olabilir; ama söz konusu olan niyet değil, bazı sonuçlardır. Batı Trakya ve İstanbul’da yaşayan Müslüman ve Rum (veya isterseniz, Türk ve Yunan) azınlıklarının böyle dostları var…” diye başlıyor makale.
“Azınlıklarla ilişkiler” kavramının içini Millas makalesinde kendi deneyimlerinin de hissedildiği ama daha çok analitik, akılcı ve serinkanlı değerlendirmeleriyle dolduruyor.
Makalenin eleştirisinden çok çağrıştırdıklarını ve ada deneyimleriyle günümüzdeki sadece olsa olsa hüzün veren görünümünü paylaşmak istiyorum.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerginlik yılları…
Adadaki birçok rum aile adadan Yunanistan, Avustralya, Amerika’ya göç etmiş. Çok az aile kalmış. Bunlardan biri Meyhaneci Vasil Bey.
Dükkanını kapatmamak için direniyor ama durum nafile…
Kapının altından notlar atılıyor: “Kapat, yoksa dükkanın yanacak”
Vasil Bey meyhanesindeki pikabında İstanbul’da basılan Türkçe ve Rumca şarkılar çalıyor.
Bir gün gelip tüm plaklarına el konuluyor.
Plaklar paketlenip resmi yazı ile Ankara’ya gidiyor.
Birkaç ay sonra “muhtevaları mahsurlu değildir” yazısı ile geri geliyor plaklar…
Meyhanedeki plakların “muhtevası” ne olacaksa…
Olsun, plaklar Rumca ya…
İhbar eden de, işlem yapan da, gönderen de, geri teslim eden de o dönem meyhanenin yerli, adalı “müşterileri”.

Gelelim günümüze…
Bu yaz neredeyse tüm meyhanelerinde Bozcaada’nın Rumca şarkılar çalıyordu… Rum Vasil Bey’in Rumca çaldığı plakları ihbar edenlerin, işlem yapanların, kızanların Türk çocukları ya da torunlarının meyhanelerinde…
Tıpkı “ne işi var bu gavurların burada gitsinler” diyenlerin bugün adadaki Rumlarla eskiden ne kadar iyi ve kardeşçe geçindiklerini ağzı açık dinleyen birilerini bulduklarında anlatmaya bayıldıkları gibi bu da kader olsa gerek…
Müzikler bir yana, adadaki işletmelerin adlarına baktığınızda kendinizi arkeoloji müzesinde zannediyorsunuz…
Her köşede antik çağdan fırlamış bir tanrı ya da dinsel kahraman ile karşılaşıyorsunuz…
Adonisler, Apollonlar, Kaikiaslar…
Ya da Aya Yorgi Evleri tabelaları ile…
Sorduğunuzda ne eskiden ne şimdi bu yerlerin adları ile ilgileri yok.
Thasos ya da Limni adasında “Bilge Kaan”, “Cengiz Han” “Asena” ya da  “Hz. Hamza” isimli işletmelere rastlamanız kadar garipsenecek bir durum…
“Tavernamsı” meyhane - restoranlarda çalınan Rembetiko’lar göçün, savaşların, kayıpların, ayrılıkların acılarını anlatırken özendikleri tavernalar gerçekte bir eğlenme yeridir aslında… Arada bir çalınan Türkçe sözlü Yunanca ya da Yunanca sözlü Türkçe “şıkıdım şıkıdım” havalarla o açık da kapatılıyor nasılsa müşterilerin “havasına göre”…

Tüm bunlara trajedi mi, komedi mi denilebilir, karar veremiyorum.
Her iki halin de, bir dram olduğu kesin.  

26 Temmuz 2012 Perşembe

Bozcaada'nın Ayazma Panayırı

Bugün Bozcaada'nın isevi vatandaşları ve yurtiçi-yurtışından gelen pek çok misafirinin Ayazma Panayırı.
Bu "panayır" esasında dinsel bir nitelik de taşımakta ve kendi içerisinde mitolojik-dinsel ögeler barındırmaktadır.

Sabah Aya Paraskevi, ya da diğer bilinen adıyla Ayazma Manastırı'nda ayin yapılmaktadır. Bu ayinde o yılın ilk ürünü üzüm kutsanır, Tanrıya verdiği bu ürün ve bereket için şukran sunulur ve dua edilir. Dindar adalılar bu ayinden önce üzüm yemezler.

Ayini müteakıp serilen bembeyaz örtülere evlerde birkaç gün önceden hazırlıkları yapılan sofralar kurulur; masadan masaya ikramlar yapılır ve yemekten sonra neşeli müzikler eşliğinde oyunlar başlar. Eskiden kaynana adaylarının kendilerine gelin beğendiği, gençlerin birbirini tanıdığı bir toplantı niteliğindeymiş Ayazma Panayırı.

Peki Ayazma "Monostraki"sine adını veren Aya (Azize) Paraskevi kim?

Azize Paraskevi X yy ikinci yarsında Bizans Trakya’sında yaşamıştır. Bugünkü Silivri-Selimpaşa’da doğmuştur. Ailesi iyi bilinen ve saygın bir aile imiş. Büyük kardeşi Evtimos, Maydos (Eceabat) metropolitidir ve ölümünden sonra ona da aziz payesi verilmiştir.


Rivayete göre Paraskevi daha on yaşındayken İsa’nın sesini duymuş ve kendini dine adamaya karar vermiştir. Yine rivayete göre sıklıkla dilenci kılığına girer ve varlığını yoksullarla paylaşırmış. Ailesini kaybettikten sonra evini terk edip beş yılını İstanbul’daki yıkık Meryem Ana kilisesinde geçirmiş. İstanbul’dan sonra Kutsal Topraklara gitmiş, Kudüs’ü ziyaret etmiş ve Ürdün çölünde uzun yıllar yaşamıştır. Ölümün yaklaştığını sezdiğinde İstanbul üzerinden Selimpaşa’ya dönmüş ve iki yıl sonra da ölmüştür. Akrabaları olmadığından şehir surları dışına yabancı ve kimsesiz olarak gömülmüştür.

Uzun yıllar unutulan mezarının yakınlarına bir denizci gömüldüğünde, Paraskevi, çariçe elbiseleri içerisinde ve İsa’nın askerleri eşliğinde iki yerli İseviye “görünmüş” ve buradan alınmasını rica etmiş. Kemikleri Kalikratia’daki “Aziz Apostollar” kilisesine taşınmış.

Gezgin hayatı, Paraskevi ile ilgili bir kült’ün doğmasına yol açmıştır. Hayatı, adı bilinmeyen bir yazar tarafından kaleme alınmış olsa da, kanonlara uygun olmadığı için İstanbul Patriği 4. Muzalon tarafından din adamı Vasilius’a yeniden yazdırılmıştır. Bu yazmanın orjinali kayıptır.

Bizans-Slav Klokotnitsa Savaşı (9 Mart 1230) sonrasında Azize Paraskevi’nin mezarı bugün Romanya’nın Yaş şehrindeki “Üç Aziz”’de biten yolculuğuna başlamıştır. Önce Tarnova, sonra (1395) de Budin; 1397 yılında Bayazıt tarafından Sırp kralı Stefan Lazareviç’e verilen kemikler 1521 yılına kadar Belgrad’da kalmıştır. Bu tarihte İstanbul’a taşınmış ancak 1641 yılında İstanbul Patrikhanesi kemikleri Moldova kralı Vasili Lupu’nun ricasi ile başkenti Yaş’a gönderilmiştir.

Günümüzde Bozcaada’nın dışında hemen hemen tüm balkan ülkelerinde – Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Makedonya ve Sırbistan’da Azize Paraskevi’nin adını taşıyan pek çok pakarlis, monostraki, şapel ve kilise bulunmaktadır. (http://en.wikipedia.org/wiki/Parascheva_of_the_Balkans)

Bozcaada'daki Ayazma Panayırı kuşkusuz manastırın yapımından beri kutlanmaktadır. 

Ancak içimden bir ses bana, İsa'dan da binlerce yıl önce, Tenes'in de 26 Temmuz sıcağında ilk olgunlaşan çavuş üzümü salkımını koparınca, Tanrıça Seres ve Tanrı Poros'a bu eşsiz üzüm için şukranlarını sunmak üzere adanın en güzel koyunun tepesindeki ayazmanın (pınarın) yanına oturup dua eder, sonra da Tanrı Diyonisios'un alayını  davet edip eğlenirdi diye fısıldıyor. Yoksa adanın adı Tenedos diye anılırmıydı?

İsa'dan sonra ise Seres ve Poros'un bereket; Diyonysyos'un gezginliği ve şaraplı eğlencelerinin imgelerinin yerini Azize Paraskevi aldı sadece. İnsan doğasında ve kendi doğası dışındaki doğa ile ilişkisinde ise değişen bir şey yok.

17 Nisan 2012 Salı

SIZCE BOZCAADA'NIN EN ÖNEMLI 3 DEĞERI NEDIR?

SIZCE BOZCAADA'NIN EN ÖNEMLI 3 DEĞERI NEDIR?

Bozcaada'nın en önemli değerleri olarak gördüğünüz seçenekleri sol alttaki ankette lütfen işaretleyiniz.

29 Kasım 2011 Salı

Bozcaada'da Domuz Varmış!

Evet Bozcaadada domuz varmış!

Hatırlarsanız 20 Mart 2011 tarihinde Bozcaadada bir yaban domuzunun dolaştığı, hayvan ve bitkilere zarar verdiği, hatta bir motosikletlinin kaza yapmasına neden olduğu iddialarına yer vermiştik.

Her konuda olduğu gibi karpuz gibi ikiye ayrılan adalılar bu iddialarla ilgili olarak da ikiye ayrılmışlardı.
Var diyenler ve yok diyenler.

Yok diyenler var diyenlerle açıktan ya da arkadan dalga geçer olmuşlardı.

Vardı-yoktu tartışmaları nihayet bitti.

Bir grup avcı - Yılmaz Topal, Fikret Başol, İlyas Demirkırmaz ve Cumhur Bilgiç - sonunda domuzu avladılar.

Oldukça iri olan hayvan artık diğer hayvan ve bitkilere zarar veremeyecek.

Anakaradan adaya yüzerek gelemeyeceğine göre, bu domuz adaya gemiyle geldi. Bir süre "adalı domuz" olarak yaşamını devam ettirdi ve vurularak "zararsız ve etkisiz" hale getirildi.

Görünüşe bakılırsa, adada keyfi iyi idi. Oldukça semirmiş, bir "dev" haline gelmiş. Şimdi adada "başka domuzların" da olup olmadığı merak edilmektedir.

Anlaşılan ada domuzlar için oldukça uygun bir yaşam alanı oluşturmaktadır. Ancak bu domuzu adaya kimin getirdiği hala bir sır niteliğini taşımakta, çünkü ada faunasında domuz bulunmamaktadır.

Var bu işte bir domuzluk!!!

16 Aralık 2010 Perşembe

Bir Ada Fenomeni: Vasilin Meyhanesi

Adaya gelen ilk "istanbullular"ın anılarında Vasilin meyhanesi önemli bir yer işgal eder. Sadece onların mı? Adalıların anılarının önemli mekanlarından biridir Vasilin meyhanesi... Türküyle rumuyla önemli bir buluşma, kaynaşma, şakalaşma, "iki tek atma" yeri...

Çanakkale ve Çardakta fıçıcılık yaparken mevsimlik işçiliğin canına tak dediği Vasil Efstratiu 1958 yılında eski belediye binasının yanındaki köşede yer alan dükkanı bankadan kredi kullanarak satın alır.  Meyhane açar.  Varlıklı bir adam değildir Vasil Bey bu yüzden çok çalışır. Kısa sürede borcunu öder.



Meyhanesi kısa  sürede adanın sevilen mekanlarından biri olur.  Güleryüzlülüğü, efendiliği, yemeklerinin lezzeti ve en önemlisi neşelenince kemanını alıp dostlarına müzik ziyafeti çekmesi meyhaneyi en tercih edilen yer yapar.

Kemanı Vasil Bey için çok değerlidir. Onu dükkanda tutmaz. Meyhanede çalacağı zaman evinden birisiyle getirttiğinde mutlaka "şifreli" ister evdekilerden. Gönderdiği kişiye anahtarlığını verir ve evden o anahtarlığı görmeden kemanı vermezler. Daha sonraları Almanyadan bir pikap getirtir Vasil Bey ve meyhanede muhabbetler koyulaşınca hafiften rumca ya da türkçe çalan bir plak döndürür.

Her sabah evde bir kaşık reçel ve bir bardak sudan oluşan kahvaltısından sonra Vasil Beyin ilk işi  balıkçı barınağına gitmektir. Erkenden balıklarını alır, arka denizde temizler ve hazırlar. Dükkanda kömür ızgarasını yakar, külle örter.  Daha sonra diğer alışverişini yapar. Domatesli kalamarı, ahtapot salatası, kağıtta kaşarlı pastırması dillere destan olur.

Adalılar için bir sosyal klup gibidir meyhane. Memurlar, esnaf, nadiren gelen turistlerin vazgeçilmez mekanıdır. Özellikle kış geceleri saat 22.00 den sonra lüks lambasının sarımtrak ışığında neşeli kahkahalar meyhanenin içinde kalmaz dışarı taşar. Hafta sonları daha çok rum ailelerdir müşterileri... Bir de daimi müşterileri vardır: en yakın dostları Osman Kaptan ve Fıçıcı Stelyo...Meyhanenin en büyük neşe kaynaklarından biri olan küçük oğlu Apostolun yerden fırlatarak oldukça yüksek tavana kağıt para yapıştırması numarasının sırrı tıpkı lezzetli ızgara köftesinin reçetesi gibi hala bilinmemekte...

Çalışkanlığı, tevazusu ve yardımseverliği ile Vasil Bey adanın sevilen esnafından biridir. Bu özellikleri nedeniyle de uzun yıllar cemaat başkanlığı yapmıştır. Dürüstlüğü, adaletseverliği ve sağduyusu ile çeşitli anlaşmazlıklarda  başvurulan güvenilir bir hakem olmuştur hep. Ama bir başka özelliği onu bir efsane haline getirmiştir, o da içki içme adabı. Sıkça rakı kadehini gösterip "bunu içmeyen ya delidir ya divanedir" sözünü hala sevenleri kadehi aldıklarında adını telafuz etmeden söyleyip onu anarlar.

Her güzel şeyin geçici olduğu gibi adada da "zor zamanlar" başladığında Vasilin meyhanesi açık kalmak için direnir. Zaman gelir gidenler azalır, zaman gelir camı kapısı kırılır. Açıldıktan 24 yıl sonra Vasil Beyin Meyhanesi ada için bir devrin kapanması gibi kapanır.

Meyhane binası hala yıllara tanıklık edercesine köşede boş olarak durur. Ada ve adalıların anılarında ise hep o dolu, nezih ve neşeli haliyle yer alır. Vasil Bey ise, değerli adalı BilsayKuruç hocanın dediği gibi, "Vasil müstesna meyhanesi, rakı adabına göre düzenlenmiş yaşamı ile Ada’nın aristokratı gibi..." anılarda yaşamaya devam eder.

7 Aralık 2010 Salı

Bir Bozcaada Fenomeni: Anke Teyzenin Kampı


Seksenli yıllarda Bozcaada henüz bu kadar bilinen turistik bir yer değilken "Ankenin Kampı "ile anılmaya başlamıştı. Adalıların ne olduğunun tam olarak farkında olmadıkları o yıllarda yazın gelen giden sayısı birden artar olmuştu.

Gelenler adalıların pek de görmeye alışkın olmadıkları insanlardı. Orta boylu bir hanımın etrafında bir grup çocuk denilecek yaşta genç adanın ormanlarında, kırlarında bayırlarında, koylarında dolaşıyorlardı. Kiminin anne ve babası çocukların kaldığı süre içerisinde adada kalıyordu, kimi sadece çocuğunu getirmeye ya da almaya geliyordu.

İki üç yaz ada içerisinde geçirdikten sonra kamp Ayanada kurulmaya başlandı. Panayota  Tablalnın damında. Elektrik yok. Su yok. Çadırlarda. Üç yıl sonra da Sulubahçeye taşındı çadırlar. Başlarda yine elektrik jeneratörden sağlanıyordu. 

Kampın ünü zamanla hızla yayılmış, bir devre yetmez olmuş, çocuk ve kamp nedeniyle adaya giden gelen sayısı çok artmıştı. Kamp için adanın ilk organize turizm hareketinin başlangıcı de denilebilirdi buna aslında.

Bakıldığında halleri vakitleri iyi görünen bu çocukların, birçok yoksunluklar içerisindeki kampta nasıl olur da keyifleri bu denli yerinde olabilir? Sorusu kampta çalışan adalılar ve önünden geçenler tarafından merak konusu olmuştu. Tabi neden bu kadar keyifleri yerinde olduğuna ilişkin sorunun en doğru yanıtını o kampta kalan çocuklar verebilirlerdi.

Bu yanıta yıllar sonra, devir değişip herşey NET'leşince aslında sizler de internette ulaşabilirsiniz. Bazılarını sıralayacak olursak:

  • ...1 ay boyunca cadırlarda ve doğaya yakın ortamda kalınan, aktiviteleri, ögretmen ve belletmenleri (betreuer denirdi onlara) super iyi ve kafa insanlar olan, 3 sene arka arkaya gittigim sahane genclik kampı... eminim gidenler pek çok iyi anılarla dönmuslerdir. Kampta genelde iş belletmenler ve ögrenciler-gencler arasında paylaşılırdı, bütün temizlik yemek sofra kurma işleri gruplar halinde yapılırdı ve bence super uygulamaydi. Su savaşları, yarışmalar, ormanda cadırsız gece ve Bozcaada denizi ile doğası birleşince cok keyifli günler geçerdi..
  • 14 yaşındayken, 20 gün süreyle katıldığım kamp... bu 20 gün içinde çok güzel şeyler öğrenip, hala yaşıyan dostluklar kurdum...
  • abraeumen,dienst,çadırlar,betreuerler,şarap,üzüm bağları, ilk öpücük, ilk aşk, fine dinner, secret friend, teras, habbele, ayazma, ormanda geceleme, uyku tulumu, fenerler, gece yürüyüşleri, anke teyze, kediler, köpekler, özlem, yitirmişlik, 14-17 yaşlarımın anlamı, geri gelmezliği, ve daha bir sürü şey...
  • bir dönemler, genç bünyelerin eğitimi ve de sosyalleşmesi için çok büyük çaba harcamış süper kadın anke atamer ve özel sınavlarla seçilmiş betreuer lerin bulunduğu ... bir bozcaada güzelliği. ... tek yaptığımız, hayatı yaşayarak öğrenmek, insanlara saygı duymak, iletişim kurmak, delice eğlenmek, doğayı tanımak ve birazcık da şarap içmekti...
  • teknolojiden, şehirden uzak, hayatla ve insanlarla başbaşa kalmak, gençiginizdeki ilk deneyimlerinizi tatmak icin enfes bir ortamı vardı: elektrik yoktu, jeneratorle elden edilen elektrikle aksam disko havası yaratılırdı... ı köründe ve deli sıcağın altında alman eğitmenlerin almanca çalıştırması, tiyatro, muzikal denemeleri, bozcaadanın uçsuz bucaksız ormanları ve ovalarında definecilik/detektiflik/saklambaç oynamak, yemek ve bulaşığa yardım etmek, turk toplumunun alışık olmadığı, ama cok ogretici olan seylerdir. kampta kaldığım yıllarda bozcaadanin yerlileriyle futbol, basketbol gibi spor musabakaları duzenlenirdi. anke atamerın kangal cinsi köpeğinin ismi hatçeydi. öyle uysal bir köpekti ki, kafamı ona yaslayıp uyuduğumu hatırlıyorum. bir de yemekleri yapan, avusturya lisesi'nden olduğunu hatırladığım 'zeynep abla'mız vardı... gönüllü gelen yabancılar olurdu. bir amerikalı gelip gitarıyla enfes bir hava yaratmış idi. avrupadaki kamplar da aynen anke atamerin kampi gibidir.
  • yıllar geçtikçe daha çok özlenen...
    bir gün bir şekilde küçük kız çocuğu halimle yeniden içinde bulunmayı hayal ettiğim cennetim
  • kendi içinde küçük bir ütopya idi burası. her goran bregovic duyuğumda beni sersem sepelek eden, bir çocuğun nasıl kendine güven kazanacağını ve nasıl mutlu olacağını bilen insanlar tarafından işletilen bir yer idi.


Kamp Anke Atamerin yönetiminde 1996 yılına kadar çalıştı. O yıl işletmesini sağlık sebepleri ile başkalarına devretti.

Yıllar sonra bile kamptan yukarıdaki gibi söz eden gençlerin – artık herbiri kendi alanlarında başarılı yetişkinlerin yoksunluklar içerisindeki kamptan büyük bir sevgi ve özlemle söz ettiklerine şaşırmamak gerekiyor. Öğrencileri, Sokratesle şehir parkında yaşta yağmurda sürdürdükleri dersleri kaleme almışlar ve yüzyıllarla değil binyıllarla ölçülen zamanda bile hocalarının günümüzde dahi çok öğretmen tarafından erişilemeyen eğitimciliğini ölümsüz kılmışlardır.

Peki Anke Teyzenin Kampının başarısının sırrı neydi?

İki sırrı olduğunu söyleyebiliriz:

Birincisi Anke Atamerin kişiliği, ikincisi de kampta uyguladığı program. Basit olduğu kadar açıklaması zor, karmaşık olduğu kadar da yalın iki sebep.

Anke Atamerin kişiliği ve biografisi, adaya birçok renk katan “bizden biri” olarak bir başka yazının konusu olmalıdır.

Kamptaki Eğitimci Anke Atamer için “eğitimci olunmaz doğulur” düsturu ise en uygun tanımlama olabilir. Kampa katılan çocukların bulundukları en zor gelişim dönemlerinde onları bir birey, bir kişilik gibi algılayabilen; o yaşta en çok ihtiyaç duydukları “emirden az ama tavsiyeden fazla” otorite dengesini oluşturan, hayat arayışlarında onları destekleyip yönlerini bulmalarına rehberlik eden bir eğitimcidir Anke Atamer.

Aynı anda öğretmen, teyze, güvenilir bir yetişkin, sırdaş, arkadaş, rehber, yargıç, psikolog gibi birçok rolü birbirine karıştırmadan, doğru yerde ve zamanda öne çıkaran ve “oynamadan” yerine getiren bir eğitimcidir Anke Atamer. Kolaya kaçmadan, kandırmadan ve satın almadan yerine getiren bir eğitimci.

Eğitim programlarına gelince şu kadarını söylemek herhalde yeterince açıklayıcı olacaktır:

Öğretmen yetiştiren fakültelerin programlarına Eğitimde Drama dersi ikibinli yılların başlarında konulmuştur. Ankenin kamp programında ise drama ve oyunla eğitim seksenli yılların başlarında uygulanıyordu ve başlıca yöntemdi.

Anke Atamerin kampındaki programlarda odaklanılan şey gençlerin yapamadıkları değil yapabildikleriydi. Yeteneksiz oldukları alanlar değil yetenekli oldukları alanlardı. “Güzel basket oynayamıyor” yerine “güzel şarkı söylüyor”, ya da “güzel yazı yazamıyor” değil “güzel taklit yapıyor” , "iyi matematik yapamıyor" değil, "iyi bulışık yıkıyor" idi. Gençlere bundan daha fazla özgüven kazandıran ve suçluluk, aşağılık duygularından alıkoyan bir odaklanma yoktur.

Kampta uygulanan program, yabancı dil derslerinden “su savaşlarına”, “hazine avcılığından” yüzmeye, açıkhava doğa kamplarından “talant show” a kadar değişen çeşitlilik ve zenginlikteydi. Gençlerin zihinsel, fiziksel, sosyal, duygusal gelişim alanlarının tümüne birden yönelik ve en önemlisi bu uyaranlar bombardımanını bir oyun ve eğlence formatında sunan bütünsel bir program. Gençlerin bitmez tükenmez enerjisini onların gelişiminde rasyonel bir girdiye dönüştüren iyi tasarlanmış ve uygulanmış bir program.

Ailelerin, gençlerin eğitiminde en başedemedikleri ve başarısız oldukları davranış kazandırma yolları bu programın sosyal ilişki temeliydi aslında. Sofra kurma, kendi ve başkalarının servisini yapma, bulaşık yıkama, yatağını toplama ve odasını (çadırını!) temizleme ve düzenli tutma, kişisel bakım ve hijyenini sağlama gibi pek çok davranışın oluşması temel öğrenme ve beceri kazandırma konuları olmuştur kampta.

Anke Atamerin Kampı Türkiye için ilk özgün gençlik kampı örneğidir. Orijinal haliyle devam etseydi Bozcaadaya turizmi ve imajına farklı nasıl bir katkı sağlardı, sorusunun yanıtları spekülasyon olmaktan öteye geçmez. Ama Bozcaadanın tanınmasına, çok sevilmesine, adalıların “dışarlıklarla” örgütlü turizm örneği olarak ilk karşılaşmalarına ve kuşkusuz yüzlerce gencin yaşam yolculuklarının önemli bir dönemecinde Bozcaadanın “yeniden içinde bulunmayı hayal ettikleri bir cennet” olarak yer almasında katkısı çok büyük.