Bozcaada hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bozcaada hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2013 Cuma

Bozcaada Eczanesine Plaket

Çanakkale Eczacılar Odasınca düzenlenen törende Bozcaada Eczanesi'nin sahibi ve eczacısı Öznur Evergen'e  "Meslekte 30. Yıl" plaketi verildi.

Bozcaada'da 30 yıl öncesine kadar hastalar reçetelerini Yakar ya da Hüseyin Kaptanlara emanet ederek ilaçlarının Ezine'den gelmesini beklerlerdi.

Bozcaada'ya Bozcaadalı Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu genç Eczacı Öznur Evergen'in küçük eczanesini açması ile ada eczaneye kavuşmuş oldu.

Bu otuz yıl içerisinde tek ve sürekli nöbetçi eczane olarak Bozcaada halkına 24 saat  hizmet veren Bozcaada Eczanesi adanın az sayıdaki uzun soluklu işletmeleri içerisinde yerini aldı.

Bozcaada'ya otuz yıllık eczacılık hizmeti nedeniyle Sayın Öznur Evergen'e teşekkür edip 40. yıl plaketini de almasını dilerken, değerli sanatçı ve sevgili Bozcaada'lı hemşehrimiz sayın Cezmi Baskın'a ait bir Bozcaada Eczanesi anekdotu ile bitirelim:

Bir yaz sabahı, oldukça erken bir saatte Cezmi Bey Boza ile yürüyüşünü yapmış, Çınaraltı kahvesinde kahvesini yudumlamaktadır.
Turist bir bayan telaşla gelip eczanenin kapısını zorlar. Eczane kapalıdır. Kadın ile Cezmi Bey arasında şöyle bir diyalog geçer:

"Beyefendi, ne zaman açılır bu eczane?
"Kapısında yazıyor, saat sekizde."
"Ay bekleyemem o kadar. Beyefendi bunun dışında en yakın ada eczanesi nerede?"
"Gökçeada'da..."


10 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Trajedi, Bir Komedi



Yukarıdaki linkte, Herkül Millas’ın “Dostların Zararlı Yanı” adlı güzel bir makalesini bulacaksınız.
“”Azınlıkların bazı dostları bazen zararlı olabiliyor. Kaş yapalım derken göz çıkarıyorlar. Bu dostlar iyi niyetle davranıyor olabilir; ama söz konusu olan niyet değil, bazı sonuçlardır. Batı Trakya ve İstanbul’da yaşayan Müslüman ve Rum (veya isterseniz, Türk ve Yunan) azınlıklarının böyle dostları var…” diye başlıyor makale.
“Azınlıklarla ilişkiler” kavramının içini Millas makalesinde kendi deneyimlerinin de hissedildiği ama daha çok analitik, akılcı ve serinkanlı değerlendirmeleriyle dolduruyor.
Makalenin eleştirisinden çok çağrıştırdıklarını ve ada deneyimleriyle günümüzdeki sadece olsa olsa hüzün veren görünümünü paylaşmak istiyorum.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerginlik yılları…
Adadaki birçok rum aile adadan Yunanistan, Avustralya, Amerika’ya göç etmiş. Çok az aile kalmış. Bunlardan biri Meyhaneci Vasil Bey.
Dükkanını kapatmamak için direniyor ama durum nafile…
Kapının altından notlar atılıyor: “Kapat, yoksa dükkanın yanacak”
Vasil Bey meyhanesindeki pikabında İstanbul’da basılan Türkçe ve Rumca şarkılar çalıyor.
Bir gün gelip tüm plaklarına el konuluyor.
Plaklar paketlenip resmi yazı ile Ankara’ya gidiyor.
Birkaç ay sonra “muhtevaları mahsurlu değildir” yazısı ile geri geliyor plaklar…
Meyhanedeki plakların “muhtevası” ne olacaksa…
Olsun, plaklar Rumca ya…
İhbar eden de, işlem yapan da, gönderen de, geri teslim eden de o dönem meyhanenin yerli, adalı “müşterileri”.

Gelelim günümüze…
Bu yaz neredeyse tüm meyhanelerinde Bozcaada’nın Rumca şarkılar çalıyordu… Rum Vasil Bey’in Rumca çaldığı plakları ihbar edenlerin, işlem yapanların, kızanların Türk çocukları ya da torunlarının meyhanelerinde…
Tıpkı “ne işi var bu gavurların burada gitsinler” diyenlerin bugün adadaki Rumlarla eskiden ne kadar iyi ve kardeşçe geçindiklerini ağzı açık dinleyen birilerini bulduklarında anlatmaya bayıldıkları gibi bu da kader olsa gerek…
Müzikler bir yana, adadaki işletmelerin adlarına baktığınızda kendinizi arkeoloji müzesinde zannediyorsunuz…
Her köşede antik çağdan fırlamış bir tanrı ya da dinsel kahraman ile karşılaşıyorsunuz…
Adonisler, Apollonlar, Kaikiaslar…
Ya da Aya Yorgi Evleri tabelaları ile…
Sorduğunuzda ne eskiden ne şimdi bu yerlerin adları ile ilgileri yok.
Thasos ya da Limni adasında “Bilge Kaan”, “Cengiz Han” “Asena” ya da  “Hz. Hamza” isimli işletmelere rastlamanız kadar garipsenecek bir durum…
“Tavernamsı” meyhane - restoranlarda çalınan Rembetiko’lar göçün, savaşların, kayıpların, ayrılıkların acılarını anlatırken özendikleri tavernalar gerçekte bir eğlenme yeridir aslında… Arada bir çalınan Türkçe sözlü Yunanca ya da Yunanca sözlü Türkçe “şıkıdım şıkıdım” havalarla o açık da kapatılıyor nasılsa müşterilerin “havasına göre”…

Tüm bunlara trajedi mi, komedi mi denilebilir, karar veremiyorum.
Her iki halin de, bir dram olduğu kesin.  

26 Temmuz 2012 Perşembe

Bozcaada'nın Ayazma Panayırı

Bugün Bozcaada'nın isevi vatandaşları ve yurtiçi-yurtışından gelen pek çok misafirinin Ayazma Panayırı.
Bu "panayır" esasında dinsel bir nitelik de taşımakta ve kendi içerisinde mitolojik-dinsel ögeler barındırmaktadır.

Sabah Aya Paraskevi, ya da diğer bilinen adıyla Ayazma Manastırı'nda ayin yapılmaktadır. Bu ayinde o yılın ilk ürünü üzüm kutsanır, Tanrıya verdiği bu ürün ve bereket için şukran sunulur ve dua edilir. Dindar adalılar bu ayinden önce üzüm yemezler.

Ayini müteakıp serilen bembeyaz örtülere evlerde birkaç gün önceden hazırlıkları yapılan sofralar kurulur; masadan masaya ikramlar yapılır ve yemekten sonra neşeli müzikler eşliğinde oyunlar başlar. Eskiden kaynana adaylarının kendilerine gelin beğendiği, gençlerin birbirini tanıdığı bir toplantı niteliğindeymiş Ayazma Panayırı.

Peki Ayazma "Monostraki"sine adını veren Aya (Azize) Paraskevi kim?

Azize Paraskevi X yy ikinci yarsında Bizans Trakya’sında yaşamıştır. Bugünkü Silivri-Selimpaşa’da doğmuştur. Ailesi iyi bilinen ve saygın bir aile imiş. Büyük kardeşi Evtimos, Maydos (Eceabat) metropolitidir ve ölümünden sonra ona da aziz payesi verilmiştir.


Rivayete göre Paraskevi daha on yaşındayken İsa’nın sesini duymuş ve kendini dine adamaya karar vermiştir. Yine rivayete göre sıklıkla dilenci kılığına girer ve varlığını yoksullarla paylaşırmış. Ailesini kaybettikten sonra evini terk edip beş yılını İstanbul’daki yıkık Meryem Ana kilisesinde geçirmiş. İstanbul’dan sonra Kutsal Topraklara gitmiş, Kudüs’ü ziyaret etmiş ve Ürdün çölünde uzun yıllar yaşamıştır. Ölümün yaklaştığını sezdiğinde İstanbul üzerinden Selimpaşa’ya dönmüş ve iki yıl sonra da ölmüştür. Akrabaları olmadığından şehir surları dışına yabancı ve kimsesiz olarak gömülmüştür.

Uzun yıllar unutulan mezarının yakınlarına bir denizci gömüldüğünde, Paraskevi, çariçe elbiseleri içerisinde ve İsa’nın askerleri eşliğinde iki yerli İseviye “görünmüş” ve buradan alınmasını rica etmiş. Kemikleri Kalikratia’daki “Aziz Apostollar” kilisesine taşınmış.

Gezgin hayatı, Paraskevi ile ilgili bir kült’ün doğmasına yol açmıştır. Hayatı, adı bilinmeyen bir yazar tarafından kaleme alınmış olsa da, kanonlara uygun olmadığı için İstanbul Patriği 4. Muzalon tarafından din adamı Vasilius’a yeniden yazdırılmıştır. Bu yazmanın orjinali kayıptır.

Bizans-Slav Klokotnitsa Savaşı (9 Mart 1230) sonrasında Azize Paraskevi’nin mezarı bugün Romanya’nın Yaş şehrindeki “Üç Aziz”’de biten yolculuğuna başlamıştır. Önce Tarnova, sonra (1395) de Budin; 1397 yılında Bayazıt tarafından Sırp kralı Stefan Lazareviç’e verilen kemikler 1521 yılına kadar Belgrad’da kalmıştır. Bu tarihte İstanbul’a taşınmış ancak 1641 yılında İstanbul Patrikhanesi kemikleri Moldova kralı Vasili Lupu’nun ricasi ile başkenti Yaş’a gönderilmiştir.

Günümüzde Bozcaada’nın dışında hemen hemen tüm balkan ülkelerinde – Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Makedonya ve Sırbistan’da Azize Paraskevi’nin adını taşıyan pek çok pakarlis, monostraki, şapel ve kilise bulunmaktadır. (http://en.wikipedia.org/wiki/Parascheva_of_the_Balkans)

Bozcaada'daki Ayazma Panayırı kuşkusuz manastırın yapımından beri kutlanmaktadır. 

Ancak içimden bir ses bana, İsa'dan da binlerce yıl önce, Tenes'in de 26 Temmuz sıcağında ilk olgunlaşan çavuş üzümü salkımını koparınca, Tanrıça Seres ve Tanrı Poros'a bu eşsiz üzüm için şukranlarını sunmak üzere adanın en güzel koyunun tepesindeki ayazmanın (pınarın) yanına oturup dua eder, sonra da Tanrı Diyonisios'un alayını  davet edip eğlenirdi diye fısıldıyor. Yoksa adanın adı Tenedos diye anılırmıydı?

İsa'dan sonra ise Seres ve Poros'un bereket; Diyonysyos'un gezginliği ve şaraplı eğlencelerinin imgelerinin yerini Azize Paraskevi aldı sadece. İnsan doğasında ve kendi doğası dışındaki doğa ile ilişkisinde ise değişen bir şey yok.

22 Temmuz 2012 Pazar

Bozcaada'nın Kokusu ve Menemen Yapımı

Bozcaada'ya ilk defa gelenlerin çoğunun fark ettiği ve vurulduğu özelliklerinden birisi kokusudur.
Serin rüzgarla birlikte yüzünüze vuran kekik kokusu ciğerlerinizin taaa en ücra köşelerine kadar girer ve orada yıl boyu kalır.

Burnunuz hassas ise adanın farklı bölgelerindeki kekik kokularının da farklı olduğunu fark edersiniz.
Göztepe ve Kale'nin kekikleri çıbrika kokusuna daha yakın, Tuzburnu ve Ayana tepelerinin kekikleri limon kekiğine benzer, Polente kekiğinin ise eşsiz kendine özgü kokusu vardır.

Bağbozumundan önce  adanın içi de dışı da bir kokardı...
Bağbuzumu ile birlikte adanın içi kekik kokusuna karışan şıra kokusu ile başınızı döndürürdü...

Adada şimdi de kekik var.
Ancak kekik kokusunu alamıyorsunuz.
Bir başka kesif koku kekik kokusunu da şıra kokusunu da bastırmakta.
Kokuları bir an tekrar dönmek üzere bir kenara bırakalım.

Siz menemeni nasıl yaparsınız?
Önce tavada yağı kızdırıp yumurtaları mı kırarsınız?

Tabi ki öyle yapmazsınız.
Kullanacağınız malzemelerin özelliklerine ve iş sırasına göre davranırsınız.
Önce buzdolabınızı kontrol eder, eksik malzemeleri tespit eder ve gidip alışveriş yaparak hepsini tamamlarsınız. Soğanı kavururken manavdan domates almaya gitmezsiniz mesela.

Önce kullanacağınız sebzeleri yıkar ve doğrar hazırlarsınız, sonra biberin geç (soğanlı yaparsanız soğanın daha da geç) kavruluyor olması nedeniyle önce tavaya koyduğunuz ve ocağın altını yakarak kızdırdığınız yağda kavurursunuz. Sonra domatesleri ekler, onlar pişince de yumurtaları kırarsınız. En son tuzunu, zevkinize göre de pul ve karabiberi koyar servis yaparsınız.

Yazın bu sevilen ve en basit yemeğinin yapımında bile yaptığınız her işlemi mantıksal bir sıralamaya göre yaparsınız. Yönetim diliyle menemen pişirme sürecini doğru yönetirsiniz ki ev ahalisi ağızlarına layık bir menemen yesinler.

Basit bir menemen yapımında bile süreç yönetimi şart.

Ama "kocaman" Bozcaada yönetiminde süreç yönetimi hak getire.
Bir kanalizasyon yapım sürecinin yumurtaların kırılması, pardon, foseptiklerin kırılması ile başlaması basit bir ev yemeğinin tabi olduğu mantığa dahi aykırı.

Size bir yazıdan söz edeceğim.
Yıl 2007, 14 Şubat tarihli bir yazı.
İller bankası Genel Müdürlüğü'nün Bozcaada Belediye Başkanlığına yazdığı bir yazı.
Şöyle diyor:

Belediyenizin Atıksu Arıtma Tesisi ihtiyacı Bankamızca hazırlattırılarak onaylanmış olan 1000 m3/gün kapasiteli tip projenin yöredeki arazi ve zemin şartlarına göre uyarlanması ile karşılanacaktır.


Ancak Belediyenizin Atıksu Arıtma Tesisi için kamulaştırılması yapılmış olan arazinin kıyı kenar çizgisi içinde kalmakta olduğu bilinmektedir. Bu durum Bankamız mevcut uygulamalarında evvelce karşılaşılmış ve önemli sorunlar yaşanmıştır. Ayrıca arazinin denize çok yakın olması nedeniyle dalga tesirinden tesisi korumak için ilave imalatlar yapılması (Dalgakıran ve/veya zemini yükseltmek gibi) gerekeceğinden bu durum yapım maliyetini arttıracaktır.


Bu görüşlerimiz Belediyenize iletilmiş olup mahalline gelinerek yetkili elemanınızın da katılımı ile yeni bir yer arama çalışması yapılmış ve hazineye ait olduğu ifade edilen iki farklı arazi incelenmiştir. Bu yerler ile ilgili olarak tarafımıza bilgi verilmesi ve kamulaştırma işleminin tamamlanmasını takiben proje ihale çalışmalarına başlanabilecektir.   


Bitmeyen kanalizasyon senfonisinden sadece bir enstantene bu.

Tabi ki şunu hemen eklemekte fayda var:
Bu tarihe kadar ada içerisinde sokaklar kazılmış, mevcut işleyen foseptik kuyuları patlatılmış,  yerlerine kazara ailece ishal olmuş bir ailenin bir günde doldurabileceği bidonlar foseptik yerine yerleştirilmiş ve borular döşenmiştir.

Bu işler bittikten sonra aaaaa...
Bu kanalizasyona bir de arıtma lazımdı...
Koş al gel...

Ne lazım?
Domates. Pardon. Arıtma Tesisi yeri.
Hemen kamulaştır. Al sana yer.
Olmadı. (Şu iller bankası da ne işgüzar!)
Domates çürük çıktı.
Sağlam yerlerini ayıklasan bir kasa çürük domatesten bir tava omlet ya çıkar ya çıkmaz.
Bu hikaye böyle devam ededursun (ediyor zaten).

Biz gelelim bu hikayenin yol açtıklarına...
Foseptik çukurlarının kırılması sonucu onlarda toplanması gereken ve asrın icadı bidonlardan taşan ...klar soluğunu evlerin bodrumlarında ve sokak yüzeylerinde alıyor.

Bodrumu, temeli ..k sızmayan ev yok.
..k'lar bodrum ve temellerde kalsalar iyi.
Sokak yüzeylerine kesif bir koku salarak ortalarda dolaşmaktalar.
Kekik kokulu ada oldu sana ..k kokulu ada.

Tamamı mı?
Evet tamamı.
..k basan ev ve işletmelerden çekilen "gübreleri" vidanjörler yerleşim yeri dışındaki teferiç'e boşaltmakta.
..k basan ada dışındaki işletmeler, adanın yiyecek içecek sektörünün dönüşmüş ürünlerini pompalarla açığa, bağlara pompalamakta.

Kekik kokusu mu?
O eski güzel kokuları rüzgarlar, menemeni de şeytan aldı götürdü...






7 Aralık 2011 Çarşamba

Bak şu Domuzun Yol Açtıklarına...

Bundan önceki yazıda, Bozcaada'da avcılar tarafından vurulan domuz konu edilmişti.

Domuzun vurulması ile ilgili bazı gelişmeler bu avın Bozcaada tarihine 2011 yılındaki "Domuz Vakası" olarak geçeceğe benziyor.

Av ile ilgili haberlerden sonra bir grup hayvansever  domuza sahip çıkarak onu vuran avcılarla ilgili şikayette bulunmuşlar. Domuzun vurulması ile ilgili olarak avcılar yapılan şikayetlere istinaden "karakolluk" olmuşlardır.

Bu durumda insanın aklına izaha muhtaç birçok soru gelmektedir:

Yaban domuzlarının uzun mesafeler yüzerek seyahat edebildiklerini biliyoruz. Yani karşıdan yüzerek gelmesi ihtimal dışı bir durum değil. Ancak gerek ormanların gerekse onların beslenmelerinde tercih ettikleri ekili alanlar karşı kıyıda çok daha fazladır;  dolayısıyla ada tercih edecekleri cazip bir yer değildir onlar için. Kaldı ki domuzlar sosyal bir yaşam sürdüren hayvanlardır ve sürüler halinde yaşarlar. Vurulan domuz yüzerek adaya geçmiş olsaydı bunu sürüsü ile birlikte yapardı. Adada bir sürü bulunmamaktadır ve bu durum domuzun adaya özellikle GETİRİLDİĞİNİ düşündürtmektedir.

Ne geçmişteki kayıtlarda ne de ada faunası ile ilgili araştırmalarda, ne de eski adalıların anılarında adada yaban domuzunun varlığına ilişkin bir bilgi ve bulguya rastlanmamaktadır. Öyleyse bu domuzu adaya KİM getirdi? (Bildiğiniz gibi adaya geçmişte birileri tavşanlardan kurtulmak için tilki getirmişlerdi.)

Bu soruyu bir tarafa bırakıp, başka sorulara geçelim.

Teknik olarak bakıldığında, av sezonu şu anda açık bulunmaktadır. Domuzun vurulduğu gün av yasağı yok.  Vuran avcılar adada herkesin, ya da ilgili olanların bildiği kişilerdir ve nizami belgeli avcılardır. Yani "suç" oluşturan bir durum yok. Ayrıca yine tanıyanların bildiği gibi bu avcılar "hayvan düşmanı" değil, aksine   hayvanları seven birer "hayvan dostudurlar".  Peki o zaman niçin şikayet edildiler?

Kuşkusuz ki yaban domuzları verdikleri zarar kadar doğaya sayılamayacak kadar çok yararları olan hayvanlardır. Buna rağmen ülkemizin hemen hemen tüm bölgelerinde ve genellikle "sürek avı" ile bu hayvanlar avlanmaktadır. Acaba bu avlanma bölgelerinde avlandıkları için kaç avlanan domuz ve kaç avcı ile ilgili yasak zamanları hariç tutarsak, şikayet olmuştur?

Adadaki avlanan domuz ile ilgili şikayette bulunanlar diğer yerlerde avlananlar ile ilgili de şikayette bulunmuşlarmıdır? Öyle ya, "adanın domuzu" kıymetli de "elin domuzu" şikayete değer değilmidir? Hayvan sevgisi "adadaki domuz" ile mi sınırlıdır?

Adada, her ilk bahar ve yaz ayında hayvan katliamları yaşanmaktadır. İçimiz elvermediğinden bu katliamlara ilişkin resimlere burada yer verilmeyecektir. Ama arzu eden olursa kuşkusuz paylaşılır. Bu katliam adada herkesin gözü önünde yapılır ve adada yaşayan herkes buna şahit olur.

Adaya "turist" akını ile birlikte tüm yolların üstünde ve kenarlarında, otobanda gittikleri hızla seyreden araçların ezdiği, vurduğu, çarptığı; öldürdüğü ya da sakat bıraktığı kirpi, kaplumbağa, yılan, tavşan, kedi, köpek ve baykuşlara rastlarsınız.  Bunların sayısı öyle azımsanacak ya da küçümsenecek gibi de değildir.  Ancak ne bir uyarı levhasına rastlarsınız ne de bu konuda yapılan bir şikayete, ne de verilen bir cezaya...

Adadaki GERÇEK hayvan sevenlerin bildiği ve yaşadığı bir diğer büyük sıkıntı "MEVSİMLİK" hayvan sevenlerin yol açtığı faciadır. Kedisini, köpeğini adaya getirip terk edenlerden geri kalan zavallı hayvanlar, ya da doğa içinde hayatını sürdüren hayvanları "tatil süresince" sahiplenerek tatil bitiminde terk edivererek ve çaresiz bırakanlar...

Tüm bunları göz ardı edip ya da yok sayıp, tepki göstermeyip, şikayette bulunmayıp, örgütlenerek önlemler almayıp sadece vurulan - keşke vurulmasaydı - zavallı bir domuz için şikayette bulunmak çok inandırıcı ve samimi gelmiyor açıkçası...




 

29 Kasım 2011 Salı

Bozcaada'da Domuz Varmış!

Evet Bozcaadada domuz varmış!

Hatırlarsanız 20 Mart 2011 tarihinde Bozcaadada bir yaban domuzunun dolaştığı, hayvan ve bitkilere zarar verdiği, hatta bir motosikletlinin kaza yapmasına neden olduğu iddialarına yer vermiştik.

Her konuda olduğu gibi karpuz gibi ikiye ayrılan adalılar bu iddialarla ilgili olarak da ikiye ayrılmışlardı.
Var diyenler ve yok diyenler.

Yok diyenler var diyenlerle açıktan ya da arkadan dalga geçer olmuşlardı.

Vardı-yoktu tartışmaları nihayet bitti.

Bir grup avcı - Yılmaz Topal, Fikret Başol, İlyas Demirkırmaz ve Cumhur Bilgiç - sonunda domuzu avladılar.

Oldukça iri olan hayvan artık diğer hayvan ve bitkilere zarar veremeyecek.

Anakaradan adaya yüzerek gelemeyeceğine göre, bu domuz adaya gemiyle geldi. Bir süre "adalı domuz" olarak yaşamını devam ettirdi ve vurularak "zararsız ve etkisiz" hale getirildi.

Görünüşe bakılırsa, adada keyfi iyi idi. Oldukça semirmiş, bir "dev" haline gelmiş. Şimdi adada "başka domuzların" da olup olmadığı merak edilmektedir.

Anlaşılan ada domuzlar için oldukça uygun bir yaşam alanı oluşturmaktadır. Ancak bu domuzu adaya kimin getirdiği hala bir sır niteliğini taşımakta, çünkü ada faunasında domuz bulunmamaktadır.

Var bu işte bir domuzluk!!!

24 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Meyhane Dönüşü...

İkisi de rahmetli, Vasil bey (Meyhaneci Vasil) ve Stelyo bey (Fıçıcı Stelyo) Sulubahçeye Sandalcı Panayinin meyhanesine giderler.

Bir iki derken kafaları iyice bulurlar. Vasil beyin motosikletine biner ve adanın yolunu tutarlar.

Vasil bey dükkanının önüne gelince durur. Arkasına bir bakar ki Stelyo bey yok.

Hemen motosikletiyle geri döner. Bir yandan da yol kenarlarına bakınır.

Papazbahçeyi geçince çamlık kavşağında yol kenarında Stelyo beyi yerde yatarken görür ve hemen durur.

Stelyo bey yol kenarına sızmış, mışıl mışıl uyumaktadır.  Vasil bey güçlükle uyandırır bir yerinde bir şey var mı diye bakar bu arada.

Hayır yok. Stelyo bey motosikletten düştüğünün farkında bile değil. Vasil bey de öyle...

23 Ocak 2011 Pazar

Bir Köpekbalığı Hikayesi

Eskiden adalılar üzümü İstanbul haline gönderirler, yaz sonu da paralarını almak için için o zamanlar Unkapanıda olan toptancı haline giderlermiş.

Günlerden bir gün Stelyo Bey (Fıçıcı Stelyo), Nevzat Bey (Balıkçı Nevzat) ve Vasil Bey (Meyhaneci Vasil) Unkapanına gidip üzüm paralarını alırlar. Yokluk yılları, fakirlik günleri...

Paraları ceplerine zulalayınca üç kafadar soluğu Galata Köprüsü altındaki meyhanelerin birinde alırlar. Garson gelir. Hemen rakıyı, beyaz peyniri ve mezeleri söylerler. Biraz sonra da balıkları sorarlar. Garson güzel kılıç balığı var, der. Ondan da söylerler.

Üçlü koyu bir muhabbete dalmışken balık gelir. Stelyo bey bir çatal alır ve Vasil beyin kulağına eğilerek fısıldar: Bu kılıç değil, köpek balığıdır...

Vasil bey garsonu çağırır:

-A vre kuzum bu kılıç değil köpek balığıdır!

Garson bu üstü başı dökülen üç kafadara tepeden bakarak:

-Bu kılıçtır, ne bilirsiniz kılıcın tadını siz?

Vasil bey garsona sertçe,

-Doğru, pahalı balıktır bilmeyiz tadını vre... ama şu adamı görüyorsun? diye Stelyo beyi gösterir. O bizim adada köpek balığından başla bir şey yemez onun için köpek balığının tadını iyi bilir!

Garson balık tabağını kaptığı gibi geri götürür...