10 Eylül 2014 Çarşamba

Tanıdığım Anke Atamer (3) Anke’den Unutulmaz Anekdotlar.

Anke çocuk ve gençleri İstanbul’dan alıp kamp için Bozcaada’ya gelecek.  Bir hafta öncesinden otogara gidip otobüsteki tüm biletleri satın alır.  Yazıhanede, yolcu olarak bir de köpeği olduğunu özellikle söyler. Biletleri satmış olmanın keyfiyle, hiçbir sorun olmadığını söyler yazıhanedekiler.

Derken hareket akşamı gelir.  Topkapı garajının keşmekeşinde ve kalabalığında kampa katılacak gençler, onları uğurlamaya gelen ve birçoğu da ilk defa çocuğundan ayrılacak aileleri otobüsün yanında hareketten yarım saat önce toplanırlar.  Anke de gelir. Çantaları, malzemeleri ve kangal köpeği Hatçeyle…

Yolcuların bagajını yerleştirmeye çalışan şoför Hatçeyi görünce elindeki valizleri atıp, “ben bu köpeği otobüse bindirmem” diye kendini yazıhaneye atar.

Tartışma başlar. “Bindirirsin bindirmezsin”.  Anke, “ben biletleri alırken size söyledim ve kabul ettiniz” der. Hatçeyi bırakacak bir yeri olmadığı için götürmek zorunda. “Gitmiyorum” diyemez kamp başlayacak ve çocuklar binmek üzere…

Şoför, “evet yazıhaneden bana söylediler ama hanımefendi ben küçük bir şey zannettim, bu ağzını açsa beni yer, almam ben bu köpeği otobüse” diye feryat eder.

Veliler merakla ve endişeyle durumu izlemekte…

Her zaman olduğu gibi Anke çözümü bulur. Şoförle pazarlık edip, şöyle ikna eder:  köpek yerinden kalkarsa - kımıldarsa, derhal otobüsten inecek ve nerede olurlarsa olsunlar, bir taksi tutup otobüsün arkasından onunla gelecek. Biraz da yazıhanenin baskısıyla şoför kabul eder.

Herkes otobüse biner ve Geyikliye doğru yolculuk başlar. Hatçe iki koltuğun arasına yatmış ve Anke’den “sakın kımıldama Hatçe” talimatını almıştır. Gençler, aileden ayrılmanın endişesi, sevinci ve kampa gitmenin heyecanıyla sabaha kadar uyumazlar. Kimi şarkı söyler, kimi sohbet eder, kimi sakız çiğner, kimi çikolata-gofret yer, kimi kola içer.

Otobüs sabah iskeleye gelip durunca Anke’nin “hadi kızım iniyoruz” demesine kadar Hatçe gerçekten hiç yerinden kımıldamamış, gece boyu uyumuştur. Tüm otobüstekiler inip çantalarını alınca, Anke gülümseyerek şoföre yaklaşır:

“Şoför bey, ben sürekli bu hatta yolculuk yapıyorum, bir dahaki sefere köpeğimi otobüse sorunsuz alırsın değil mi”? diye takılır.

Şoför bir Anke’ye, bir Hatçeye, bir inen gençlere, bir de otobüsün içine bakarak söylenir:

“Hanımefendi, bu köpek istediği her zaman bu otobüse binebilir, başımın üstünde yeri var ama aha bu çocukları ben bir daha otobüse hayatta bindirmem. Baksana bu otobüsteki çöpler ancak bir haftada temizlenir, gürültülerinden kafamın ağrısı da bir ayda geçer”….

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Anke’nin Hatçeden sonraki kangalı Efe. Hatçeden de iri, çok güzel bir kangal. Daha neredeyse bebek ve “eğitim” döneminde. Boynundaki tasmasıyla her yere Anke ile birlikte gidiyor.

Anke rahmetli manav Arif’ten kamp için sebze alışverişi yapıyor.  Küçük Efe sıkılmış tasmasını çekiştirip duruyor. Anke, “dur oğlum, dur Efe, şimdi işimiz bitecek ve gideceğiz” diye söylenirken geçen komiser Anke’nin  bu konuşmalarını duyar. Birden bağırmaya ve hakaret etmeye başlar:

“Sen bir köpeye Efe diyemezsin, efe nedir biliyormusun, Türklüğe hakaret mi ediyorsun, sen de gavursun, hem bu köpeğin kaydı var mı, kimliği var mı”… diye devam eder.  Ortalık karışır…
Ankenin nutku tutulur.” Ama, ama”dan başka bir şey diyemez.

Kampa döner ama içi içine sığmaz. Köpeğine bu ismi koyarken kimseye hakaret etmek aklının ucundan geçmemiştir. Üstelik köpek en değerli varlıklarından biridir. Gözüne uyku girmez. Sabahı sabah eder, kendi maruz kaldığı hakareti yediremez kendine…

Sabah mesai saati başlayınca, en şık elbiselerini giyer, takar takıştırır ve soluğu belediyede alır. Belediyedeki görevliler şaşırmıştır. Anke’yi hep iş kıyafetleri ile görmeye alışkınlar ve sabahın o saatinde kampta iş çok…

“Hayrola Anke Teyze, sabah sabah ne işin var burada”?

“Dün komiser bey bana çok kızdı, ben de geldim köpeğimi kaydettirmek istiyorum”.

“Git işine Anke Teyze, adada kimin köpeği kaydolmuş da seninkini de kaydedeceğiz, böyle bir kayıt defteri yok”…

“Olsun ben yine de kaydettirmek istiyorum yoksa komiser bey yine kızabilir” diye ısrar eder Anke.
Biraz başından savmak için biraz da kırmamak için bir defter bulunur ve ne yazılacağını sorarlar Anke’ye.

“Cinsi, kangal, erkek, doğum tarihi şu…., tüm aşıları yapıldı,  ismi de Frederich Mayer” der Anke.

“Anke Teyze, bunun adı da çok uzunmuş, nasıl yazılacak” diye söylenir memur.

“Ah, Frederich Mayer benim rahmetli amcamın adıdır, çok severdim kendisini;  ve evet adıyla çağırmak için biraz uzundur, siz de uygun görürseniz köpeğime kısaca FM diye seslenebilirmiyim…”

Herkes elindeki işi bırakıp gülmekten kendini bir tarafa atar.

Anke’ye kızan komiser Aydın’lıdır.

Uzunca bir süre adanın içinde rahat dolaşamaz, gören gülmeye başlar …


Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Anke’nin kampının bitişiğinde rahmetli Meyhaneci Vasil Bey’in bağı var. Eşiyle birlikte filiz kırmaya giderler. Kampa yaklaşınca Anke’nin kocaman kangal köpeği dış kapının önüne fırlar ve havlamaya başlar.  Her ikisi de donakalırlar. Köpek çok iri ve oldukça da yakınlarında…

Havlama sesine Anke kapıya çıkar.  Köpeğe Almanca bir şeyler söyleyince hayvan hemen sesini keser ve içeriye girer. Anke Vasil Bey ve eşiyle selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra köpeğin arkasından içeriye girer. Vasil Bey eşine döner: “Gördün mü hanım, Anke Hanımın köpeği Almancayı da öğrenmiş, anlamasaydı bizi yerdi...”


Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Anke’nin tüm dostları Anke gibi hayvanseverdirler. Ya da Anke, hayvanları sevmeyenlerle dost olmazdı.

Bir gün Anke’nin kampındaki terasında Anke, Dr. Fahriye Çakıroğlu, ben ve Prof. Dr. Güzin Özarmağan kahve içmek için buluştuk. O sıralarda bir cilt rahatsızlığı olan köpeği Ayaz’ı Anke bir gün önce veterinere götürmüştü. Gelirken benden iğnelerini almamı rica etmişti.

İğneleri verdiğimde, Fahriye Hanım, “Anke Teyze sen bırak iğnesini ben yapıvereyim” dedi ve enjektörü kaptı. Güzin Abla da “ben de tutayım, bir de bakayım nesi varmış” dedi. Güzin Abla Ayaz'ı tuttu ve baktı, Fahriye Hanım da iğnesini yaptı.

Bir an Anke ile göz göze geldik ve aynı anda gülmeye başladık.

“Ne düşündüğünü biliyorum” dedi bana. “Evet, ben de bir daha dünyaya gelsem Anke’nin köpeği olarak dünyaya gelirim. Dermatoloji hocası muayene edecek, aile hekimi iğnemi yapacak… Çok şanslısın Ayazcığım”…


Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Anke altmışında kendisine araba aldı ve araba sürmeyi öğrendi. Sürücü hocası bendim. Aldığı araba eski, beyaz bir Kartal’dı.  Yerleşim yeri dışındaki yollarda yaşadığımız birçok sürüş dersi macerasından sonra kendi başına ada içinde de arabasıyla tek başına gidip gelmeye başlamıştı.

Bir gün akşamüstü aradı ve “”hadi gelsene kahve içelim, sana bir şey anlatacağım” dedi.  Gittiğimde o kocaman muzip gülümsemesi ile karşıladı. “Ne var ne oldu Anke”, diye sorunca kahveleri koydu ve kahkahalarla anlatmaya başladı.

“Arabayla tam meydanın ortasına geldiğimde araba stop etti.  Önümde, arkamda, yanımda gemiye yetişmeye çalışan arabalar var.  Stop etti ve uğraşıyorum, uğraşıyorum arabayı çalıştıramıyorum. Çalıştıramayınca daha da panik oldum, insanlar gemiye yetişecekler. Fren yerine gaza, gaz yerine debriyaja basıyorum, olmuyor…

Arkamdaki İstanbul plakalı arabanın şoförü kornaya bastı ve elini kornadan kaldırmıyor. Daaaaaaaaat diye basıyor. O zaman tepem attı. Kontağı kapattım, anahtarı aldım ve arabadan indim. Arkadaki arabanın yanına gittim. 

Kornaya basan şoför kavga etmeye geldiğimi zannetti. Öfkeyle camını indirdi. Tam bağıracak iken, elimdeki anahtarı ona doğru uzatıp, “Afedersiniz efendim, arabam stop etti, çalıştıramıyorum, daha da çok acemi şoför sayılırım. Rica etsem siz çalıştırabilir misiniz? Ah hiç merak etmeyin, siz benim arabamla uğraşırken ben de sizin arabanızın kornasına sizin yerinize basmaya devam ederim ….. dedim. Adamın yüzünü görecektin… Bir anda kıpkırmızı oldu, kornayı kesti, camını kapattı ve önüne bakmaya başladı…”


Çok keyiflenmişti. Birlikte çok güldük…

9 Eylül 2014 Salı

Tanıdığım Anke Atamer (2) Kamp Neden ve Nasıl Kapandı?

Anke’nin Kampı Almanca eğitim veren liselerin sınırlarını çoktan aşmış; diğer okullardan da talepler gelmekteydi.  Aileler ve gençler için bu kampa katılmış olmak neredeyse bir üstünlük, bir ayrıcalık gibi algılanır olmuştu.  

Katılacakların tespitinde Anke güçlük yaşıyordu, çünkü insanları kırmak, reddetmek ona göre bir şey değildi. Katılım için talep hatta baskı ise gün geçtikçe artıyordu. Katılamayan gençlerin aileleri bunu bir prestij sorunu haline getirmeye başlamışlardı…

Bir dönemlik kampların organizasyonunda dahi çok büyük güçlükler yaşarken iki döneme çıkarmaya neredeyse mecbur kaldı. Elektrikler sık sık kesiliyor, su bazen günlerce gelmiyor, yağmur yağdığında çadırları sel alıyor, yanında çalışan kadın “bugün işim çıktı” diye gelmiyor, o zamanın Bozcaada’sındaki bakkallarda her şeyi bulamıyor… Ulaşım konusunda İsmail minibüsü ile eli ayağı…

Bir yandan bunlarla uğraşırken, diğer yandan kampın iki döneme çıkması ellili yaşların hastalıklarını insafsızca provoke etti. Anke yüksek tansiyon hastası oldu.  Bazen günlerce gözlerinde uçuşan kelebeklerle dolaşıyor, çalışıyordu ve bir saatlik öğlen uykusu tansiyonunu düşürmeye yetmiyordu.  İnatla direniyordu ve bu direnmesi onu daha çok hırpalıyordu.

Anke ani ve radikal kararların insanıydı. Bir gün kampa uğradığımda, kampın işletmesini devredeceğini kendisinin de kampta sadece keyifli keyifli öğretmenlik yapacağını söyledi.  Ne dedimse vazgeçiremedim.  Bir an önce baskılardan, sıkıntılardan kurtulmak istiyordu. Sağlığı ciddi biçimde alarm vermeye başlamıştı. Bunalmıştı. 

İşletmesini devredeceği kişileri gözüm tutmamıştı. Kendisi de çok iyi tanımıyordu. Anlattım, Başka çözümler önerdim, olmadı. Anke insanlara kolay güvenirdi ve kafasına koyduğunu yapardı…

Kışın sözleşmeler imzalandı… İşletmeci artık başkalarıydı. Anke çok mutluydu. Sadece eğitimle ve gençlerle ilgilenecek, ders yapacak, diğer yükler başkalarında olacaktı… Kampta sadece öğretmenlik yapacaktı…

Bir sonraki sezon geldi çattı. Anke’nin Kampı olarak bilinen kamp, artık kamp Atlantis olmuştu.  Daha ilk dönemde yeni işleticilerin ilk işlerinden biri Anke’nin kamptaki işine son vermek oldu… Anke’ye kampa girmeyi yasakladılar… Anke böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Büyük bir darbeydi bu onun için. Çok üzüldü. Ama bu üzüntüsü kapıda bekleyen, yaşayacağı kâbusun daha başlangıcıydı, bilmiyordu…

O yaz ilk defa Anke’siz bir kamp yapıldı. İki – üç dönem birden. Talep çoktu çünkü insanlar kampı hala Anke'nin kampı diye biliyorlardı ama o kampa yaptığı sözleşme gereği ve işine son verildiği için giremiyordu. Buna dayanamadı ve adayı terk etti. Kilitbahir’e taşındı. Anke artık Kilitbahir’de yaşıyordu.

Sanırım kış aylarıydı, o dönemde Milliyet gazetesinde çalışan ve ismi yanılmıyorsam Sevinç olan bir gazeteci beni aradı. Ankenin kampını sordu. Bir yazı dizisi hazırlıyorum dedi. Ben bildiğim Anke’nin kampını anlattım. Ama bir sezonda kamp benim bildiğim kamp olmaktan çıkmış, haberim yoktu…

Bir süre sonra kamp gazete manşetlerindeydi… O yaz kampa katılan gençler için kışın da İstanbul’da organizasyonların yapıldığı; bu toplantılarda daha çok gençleri hedef alan “yeni moda” bir tarikatın propagandasının yapıldığı yazıyordu.  Anke’yi hemen aradım. O da okumuş ve İstanbul’a gitmişti.

“Gazeteye gittim, sözleşme belgelerini gösterdim, ama dinlediklerini bile sanmıyorum” demişti birkaç hafta sonra Kilitbahir’e ziyaretine gittiğimde.

Basında adeta bir linç kampanyası başlamıştı. Katolik kilise propagandasından “moda tarikat” propagandası yaptığına kadar birçok yalan, birçok iftira yağıyordu, uçuşuyordu gazetelerde... 

Halbuki Anke bir ateistti… 

Tutmadı, alman ajanlığı… 

Asla herhangi bir konuda herhangi birine propaganda yapmayacağı gibi, inanmadığı ve karşısında olduğu bir şeyin propagandasını hiç yapmazdı… Anke iletişim biçimi olarak “propaganda”yı reddeden bir insandı… Akla ve iradeye inanan bir insandı. İftiralar akıl dışı ve … aslında komikti.  Sinirden kendisi de gülüyordu bazen. 

Birileri Anke’ye çok fena takmıştı…

Savcılık soruşturması başladı ve Anke çok uzun yıllar mahkemelerde kendisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan konularda suçsuzluğunu kanıtlamakla uğraştı. Kanıtladı çok doğal olarak ama çok yıprandı. 

Onu mahkemelerden de daha çok üzen, kendisini yıllardan beri Adada tanıyanlardan bazılarının “acaba mı” diye kuşku ile bakmaları ve bunu dile getirmeleri oldu. Bunu hiç unutamadı.

Kampın başarısı, her başarılı örnekte olduğu gibi kiminin açgözlülüğünün, kiminin kötü niyetinin, kiminin çekememezliğinin ve ikiyüzlülüğünün iştahlarını kabartmıştı. 

Başarısının bedelini Anke’ye çok çok ağır ödettiler…

Kamp tarih sayfalarında yerini aldı… Bir daha açılmadı.

Kilitbahir’e, o günlerde fırsat buldukça hafta sonları gidiyordum. Uzun uzun konuşuyorduk. Bazen ağlıyor bazen gülüyordu haline. Ve pek az insanın yapabildiği şeyi, kendi ile dalga geçmeyi beceriyordu kendisi için o kadar zor günlerde.

Yıllarca emek verdiği, gecesini gündüzüne kattığı kampı, ismi; bir anda yerle bir olmuştu adeta. Herkes onun kamptan çok para kazandığını zannederken o kampın masraflarını denkleştirmek için kış boyunca ders vermek zorundaydı.  Üstelik şimdi kampı kiraladığı “işletmeciler” kampı her yönüyle bitirdikleri gibi ödemeleri de yapmamışlardı ve ondan ders almak isteyen yoktu… Başkasına kiraya veremezdi, birkaç yıllık sözleşme yapmıştı…

Çok zor geçen bu birkaç yıldan sonra Anke tekrar çok sevdiği Bozcaada’ya döndü. Kilitbahir’deki evi muhteşem boğaz manzaralı küçük bir evdi ama orada yapamadı, adadan ayrı kalamadı. 

O zor yılları atlatırken Anke’nin sadece başkalarına karşı değil, kendine karşı da olan katıksız dürüstlüğüne, içsel ve duygusal zekâsına, kararlılığına ve kendini onarma gücüne tanık olmak benim için eşsiz bir gözlem ve tanıklıktı.  Bu dönemdeki uzun konuşmalarımız daha çok psikolojik danışma ve destek formatındaydı. Bu nedenle örnekler vermem etik olmaz. Ancak Anke’nin inanılmaz genişlik ve derinlikte bir iç dünyası ve inanılmaz bir iç görüsünün olduğunu söyleyebilirim.
     
Kampın bu şekilde kapanması ve yok olmasının içinde yarattığı o kocaman boşluğu ve kırgınlığı kısa bir süre sonra doldurmanın bir yolunu buldu.  Yazacaktı…

Yazmak onu tekrar eski neşesine kavuşturdu. Çocuklar için dediği ama aslında yetişkinleri hedef alan bir kamp değil, ütopik bir ülke yarattı bu defa. Yarattığı karakterler üzerinden insanı, toplumu ve ilişkilerini sorgulayan ve yeniden kurgulayan bir roman.  

Kampın yerini bu romanın en az kendisi kadar ilginç olan hikayesi almıştı. Çok büyük bir disiplinle, ki onun diğer önemli bir özelliğiydi, ama çok da eğlenerek, keyif alarak çok uzun saatler boyunca kampta çalışırcasına, yazmaktaydı. Çok heyecanlıydı. Kamptaki gençlerin yerini romandaki gençler almıştı. Onlarla üzülüyor, onlarla umutlanıyor, onlarla “dünyayı kurtarıyordu”.  

Oturup sohbet ettiğimizde bazen kahkahalarla gülerek yazdığı bölümü anlatıyordu ve “sakın kimseye söyleme böyle eğlendiğimi, beni deli sanacaklar; ama boşver zaten öyle biliyorlar, öyle bilsinler” diye şakalaşıyordu.

Roman onun kaybının bir nebze telafisi ve kurtarıcısı oldu.

Eşzamanlı olarak, Türklerin Almanca öğrenmeleri ile ilgili edinmiş olduğu çok büyük deneyimi “Anke Atamer Yöntemi” denilebilecek, görsel ve işitsel malzeme ile destekli bir ders kitabına aktardı.

Bundan bir süre öncesinde, ikinci romanını yazmaya başlamıştı…


Yine çok heyecanlıydı. 

Her yeni kamp döneminin başında olduğu gibi…

8 Eylül 2014 Pazartesi

Tanıdığım Anke Atamer

2010 yılı Kasım ayında uzun yıllardır aklımın köşesinde olan bir şeyi yapmaya fırsat buldum.  Vakit ayıramamış olmaktan son derece rahatsız olduğum bir şeydi bu – Anke’nin Kampını yazmak.

Akademik yaşamımda en çok ilgimi çeken konu farklı eğitim paradigmaları ve onların uygulamaları olan farklı eğitim modelleri/sistemleri oldu. Halen öyle. Dünyanın neresinde olursa olsun; akademik, özgürlükçü, toplumcu ve teknolojik eğitim paradigmalarının katışıksız ya da karma uygulamalarına ilişkin örneklerini izlemeye çalışırım. Anke’nin Kampları seksenli yıllarda başladığında yakından izlemeye çalıştım. 

Her hangi bir eğitim uygulamasının ardındaki paradigmanın temel öğelerini nasıl kavramlaştırdığını ve tarif ettiğini bilmezseniz, ne insanı, ne toplumu ne de toplumun alt sistemleri olan eğitimi, ekonomiyi, siyaseti, kültür ve sanatı kavramanız ve yorumlamanız; aralarındaki geçiş ve bağları anlamanızın mümkün olmadığını düşünürüm. Birey ve toplumların/toplulukların tüm davranışlarına yön veren zihinsel harita o birey ya da toplumun/topluluğun aldığı eğitimin paradigmasında gizlidir.

Anke’nin Kampı Türk Eğitim Sisteminin paradigmasıyla pek uyuşmuyordu.  Ama kamptaki uygulamalar, kampı ağırlıklı olarak tercih eden öğrencilerin geldikleri okullar olan Alman ve Avusturya okullarının paradigmaları ile de örtüşmüyordu.

Sınıf düzeni, öğretmenin rolü, yetiştirilmesi hedeflenen insan tipi, disiplin anlayışı, kullanılan araç-gereç, uygulanan programın içeriği, başarıyı değerlendirme kriter ve yöntemleri, kullanılan eğitim teknik ve yöntemleri, otorite figürünün niteliği, iletişim biçimleri,  yönetim biçimi her iki modele de uymuyordu. Kendi bütünlüğü içerisinde de yer yer çelişkiler mevcuttu.  Bu haliyle de ülkemizde, hatta dünyada benim bilebildiğim örneklerden oldukça farklıydı. Eklektik, orijinal ve kendine özgüydü.

Modeli anlayabilmek ve analiz edebilmek için kamp zamanları Bozcaada’da bulunmaya gayret ettim. Önce uzaktan sadece izledim. Sonra gidip Anke Atamer ile tanıştım.  Anke’nin öğlen uykusundan sonra bir saatlik uzun bir yürüyüş bitmeden Waldrofshule’yi, Makarenko’yu, Köy Endtitülerini, Summer Hill’i, John Dewey’i, Allen’i, Malinovsky’yi, Emerson’u,  Krishna Murti’yi tartışmıştık bile. Tanıştığım an çok uzun sürecek ve bana çok şey katacak bir dostluğun başladığını biliyordum…

Anke’nin kampının eğitim açısından değerlendirilmesinden çok, Bozcaada’nın tarihine kampla ilgili not düşmek için hazırladığım yazıyı Anke’ye ilettikten sonra görüştüğümüzde bazı bölümlerin çıkarılmasını istedi.  

Kimini utangaçlık ve tevazudan, kimini bazı yaralarının kabuklarından hala kan damladığından…

Kimi kırgınlıkları geçmemişti çok yıl geçmiş olsa da olayların üzerinden. Bilinmesini istemedi.

Anke’nin Kampı Anke’nin kişiliği idi aynı zamanda. O nedenle bilinen bir modele uymuyordu ve farklıydı. Yazıda kişiliğinden söz edilen bölümlerin çıkarılmasını istedi – şimdi değil, daha sonra yazarsın onları, diyerek.  Daha sonradan kastının ne olduğunu bilememişim…

Anke Atamer benim için çok değerli bir dosttu.

Binlerce Bozcaadalı ve “dışarlıklı”; çocuk, genç ve yetişkin için de kuşkusuz öyleydi.  

Kediler, köpekler, kuşlar, kirpiler, “sementalarım” dediği örümcekler… velhasıl tüm hayvanlar için de öyleydi.

Ölümüne “kayıp” demek bencilliğimizden…

Anke’yi kaybeden bizleriz. Tahammül etmek; kabullenmek çok zor bu kaybı…

Yastayız.

Anke, bir şey kaybetmedi;  ölümü ile ölümsüzlüğe geçti.

Bozcaada, Bozcaada kaldıkça artık hep Anke’nin Bozcaadası olacak.

Anke ise tanıyanlarının ve sevenlerinin gönlünde; mütevazı ama etkili alternatif eğitim modellerinin tarihinde,  Bozcaada’nın tarihinde, hep Bozcaadalı  Anke olarak kalacak.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Tanıdığım Anke’yi anlatmaya devam edeceğim.
Bu satırları okuyan ve duygularıma ortak olan değerli dostlarım,

Sizin tanıdığınız Anke’yi de duymak, okumak, paylaşmak isterim.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Bozcaada Belediyesinin İletişimi


Bozcaada'da hala en iyi iletişim aracı, yine kulaktan kulağa iletişim...

Sadece kent içinde duyulan-duyulmayan hoparlör, geçmişteki eski sosyalist ülkelerde rastlanılacak cinsten.

Kent dışında oturanlar hala dumanla haberleşme devrinde...

Bozcaada Belediyesi web sitesi beş aydır yapılamadı.

Amatör bir programcı ya da biraz meraklı bir çocuk bile bir web sitesini dört günde yapabilir...

GSM şirketleri, müşterileri olan kurumların kurumsal hizmetlerini ve duyurularını kurumdan etkilenenlerin telefonlarına dakika başı geçebilmekte...

Sosyal medya herkesin elinin altında...

Herkes AN'ı paylaşmakta ama hayatının her anını etkileyen kararlardan haberdar olamamakta.

Meclis kararlarından, imar komisyonu kararlarından, başkanlık kararlarından, etkinliklerden.

Şeffaflık, açıklık, hesap verebilirlik, bilgi edinme gibi yerel düzeydeki uygulamalardan başlayan demokrasi ile ilgili  temel kavramlar iletişimle başlar ve iletişimle biterler. Rastgele bir iletişimle de değil - kurumsallaşmış; etkin kullanılan çeşitli iletişim kanallarının etkililiği ve verimliliğinin en üst düzeyde gerçekleşmesi ile başlar ve biterler. Yönetim sürecinin kendisi de iletişimle başlar ve iletişimle biter.

Bozcaada Belediyesinde yönetim değişti, kurumsal  iletişime ilişkin yaklaşım değişmedi...

Amacımız yermek değil, dikkat çekmek.

Bozcaada, iletişimin her alanında faaliyet gösteren (eğitimi, uygulaması, programlanması, içeriği v.b.) her biri kendi alanında çok yetkin isimlere sahip.

Böylesine zengin bir mesleki bilgi kaynağı ve potansiyeli değerlendirememek bir kaynak savurganlığı olduğu gibi Bozcaada'ya da haksızlıktır.

İletişimsizliğin maliyeti, iletişimin maliyetinin bin katıdır ve kötüdür ...