28 Eylül 2010 Salı

Mavrova nire Bozcaada nire? (Bozcaada Sirtosu)

Bozcaadanın yerlilerinden yaşı 50-60 ve üzeri olanlar düğün dernek olduğunda müzik yapanlardan hep "sirto" çalınmasını isterler. Genellikle bu istekleri yerine gelmez. Ama onlar ağızla mırıldanarak, "lay-lay" olarak sesle söyleyerek elele tutuşarak sirto "çekerler".

Eskaza müzisyenler bildikleri bir sirtoyu çalarlarsa, "hayır bu değil" derler ve yine "lay-lay" diye kendi sirtolarına başlarlar. Sirto her ne kadar yunanlıların ortak ulusal dansı olarak kabul edilse de tek bir sirto yoktur ve neredeyse -ege adalarında- her adanın kendi sirtosu vardır. Bozcaadanın da kendi sirtosu vardır.

İşin ilginç yanı diğer sirtolar genellikle 2/4 lük ya da 4/4 lük ritimli iken Bozcaada sirtosu aksak ritimlidir. Duruma göre 7/8 ya da 5/8 lik olarak çalınabilir. Bu nedenle oynamaya kalkan yaşlı adalılar başka sirtoları beğenmez ve oynamazlar çünkü onları bilmezler.

Bozcaada sirtosu artık Bozcaadanın kayıp kültürel değerlerinden biridir. Ne onu kemanıyla çalacak Meyhaneci Vasil var artık ne de oynayacak rum gençleri. "Gavur" dedikleri rumların oyununu oynamak da  göç öncesi çocukluklarını ve gençliklerini onlarla birlikte geçiren bözcaadalılara kalmış.

Oyuna kalktıklarında hepsinin yüzü ciddileşiverir birden. Yüzlerini okumaya kalktığınızda hüzün, pişmanlık, kaygı, sevgi, öfke, özlem ve söylemek istediğini söyleyememenin boğulmuşluğunu görürsünüz o ciddiyet maskesinin ardında.

Bazılarının gözünden yaşlar süzülüverir ve gizlice silmeye çalışırlar yanındakinin elini bırakarak. Göstermek istemezler gözyaşlarını. Halaydaki hiç kimse birbirinin yüzüne bakmaz. Herkes yere ya da ayaklarına bakar. Bu elele tutuşmuş kadın erkek yaşlı insanlar arasında sessiz ve ortak bir kader ve suçluluk birliğini hissedersiniz.  Gençler ise Bozcaada sirtosunu ne müzik ne de oyun olarak bilmezler. Tuhaf tuhaf bakarlar birden tuhaflaşmış yetişkinlerine.

Geçen gün bir düğünün sonlarına doğru "sirtocular" yine kalktılar. Lay-lay diye müzisyenlere müziği mırıldandılar. Müzisyenler de bu mırıltıdan sonra melodiyi benzettikleri "Mavrovadan aldım sünbül" türküsünü çalmaya başladılar. Bu melodi gerçekten Bozcaada sirtosuna benzemektedir. Aynı tadı vermese de sirto oyuncuları birkaç kez döndüler.

Mavrova nere Bozcaada nere.

Bozcaada sirtosu, bilenler bu dünyadan gitmeden müzisyenlerce kayıt altına alınmayı ve Bozcaada kültür tarihindeki yerini almayı hak ediyor ve bekliyor.

9 Eylül 2010 Perşembe

"Deliye Her Gün Bayram"

Başlık yine benim değil.
Yine Cengiz Bektaş Hocadan aldım.
Ne yapayım? O kadar güzel anlatmış ki Hoca!
Katılmamak, evet, tam da bu dememek elde değil.
Okuyalım:

İnanamıyorum...
Bütün ülke nasıl olur da bu kadar gün dinlenceye çekilir?
Olur mu böyle şey? Oluyor işte...
......................
Bayram da bayram... Deliye her gün bayram...
Bayram dedikleri de bayram olsa...
İnsanlığa sığacak şeyler mi bayramda olanlar? Ayrıntıya girmeye gerek yok...Hemen, ilk iki günde, yüzün üstünde kişi öldü, ondan da çoğu yaralandı.
Neden?

Maymunların bile yapabileceği gibi, bir tekerleği sağa sola çevirebilmek beceri sayılabilir mi? Bakalım sürücü belgesi almak isteyen kişi, yeterince insanlaşmış mı, akıl denilen şeyden payını alabilmiş mi?

Artık herkes biliyor bayram falan değil bu...
(Büyüklerin ellerini öpmek, onları yılda bir iki kez bile olsa sarıp sarmalamak, küslerin barışması, konu komşunun kucaklaşması, toplum yaşamının olumlanması değilmiydi bayram?)

Dinlencenin ilk günü: "Haydi az biraz açılalım" dedim eşime, oğullarıma... Haliç'in kıyısındaki "Rahmi Koç" müzesine götürdüm onları... İşleyim (endüstri) çağında, işleyimle ilgili, teknikle bilimle ilgili bir şeyleri görüp, geleceğe ışıklar yakabiliriz belki içimizde... Olur a...

Herşeyden önce iyi onarılmış, çağdaş bir işlev verilmiş (insan sıcağına kavuşturulmuş) tarihsel bir yapıya girmekle mutlanıyorsunuz elbette... Bu mutluluğu sonuna dek koruyabilmek için direndim de direndim... Beceremedim...

Fotograf aygıtından uçağa, buhar kazanından lokomotife, sandaldan gemiye, çağımızın bir çok buluşu sergileniyor müzede.

Onları, eskiden yeniye izlerken ayırımına varıyorsunuz ki, bizden, coğrafyamızdan, toplumumuzdan hiçbir buluş, küçücük bir yaratı yok... "Şu sofraya biz ne katmışız?" diye bakmaya görün...
İçinizi karalar basıyor, yüreğiniz daralıyor...

Yıllar yılı, otomobil parçalarını birbirine "şekilde gösterildiği gibi" bağlamaktan başka bir şey yapamıyoruz..."Haydi artık şunu biz de yapmayı deneyelim, bunca yıl maymunluk yeter!" Diyenimiz yok...
Her şeyimizi, ama her şeyimizi, kimilerimizin ayakkabılarını, giysilerini bile, başkaları bizim için yapıverirken, yollarımızda elbette bir günde yüzlerce kişi ölecek, ya da yaralanacak...

Önümde bir derginin Bilim Teknik eki duruyor. Yazmayı bıraktım, üşenmedim, içindeki "Bulmaca" daki sözcükleri saydım. Seksenbeş sözcük sorulmuş... Bunlardan yalnızca sekizinin karşılığı Türkçe... Yüzde on bile değil... Dilimize karşılığını bile koyamıyoruz artık, çağdaş teknik kavramların...
Neyse ki deliye her gün bayram...

25 Ocak 1999


Bu gün Bayramın ilk günü.
Adada yer gök insan ve araba.
İnsanlar İstanbuldan, Ankaradan, Tekirdağdan, Bursadan, Kocaelinden.
Arabalar Amerikadan, Almanyadan, Japonyadan, Fransadan.
Çinden bile var.

Adada Rum mahallesi, Rum evleri, Rum müziği...
Rum usulu balık, kalamar, ahtapot, kurabiye....
Ama Rum yok.

Adada Adalı Türk esnaf da eser miktarda.
"İşletmeciler" İstanbullu, "işletilenler" de "İstanbullu."
Neden birbirilerini gelip taaa Adada "işletiyorlar?"
Henüz tüketilmemiş adayı da çiğneyip çiğneyip tükürüverecekleri gün çok mu uzakta dersiniz?
Marmarayı lağıma, Karadenizi bulaşık suyuna çevirdikten sonra sıra buraya geldi anlaşılan.

Pek tuttuğum bir sözcük değil ama "çakma" tam da Adaya oturuyor şu günlerde.
Çakma turistler.
Çakma turizmciler.
Çakma bayramlar.

Adanın çakma turizmine devam edeceğiz.

İyi bayramlar...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

Oyunbozan: Haluk Şahin'le Bozcaada Polemiği (1)

"İnsanlık Adına"

"İnsanlık Adına" üstad-mimar, halk yapı sanatının en yetkin isimlerinden biri olan sevgili Cengiz Bektaş Hocanın "Kentli Olmak ya da Olmamak" adlı kitabında yer alan bir yazısının ismi. Yazı 1998 yılı nisan ayında bir bayramdan sonra kaleme alınmış. Cengiz Hoca bu yazısında, bayramda, kendi de yaşadığı Gürenin bir dağ köyündeki "turist" davranışlarını anlatıyor.

Yazıda geçen "köy" yerine Bozcaada, "alan" yerine Bozcaadaki meydanı, "köylü" yerine Bozcaadalı kelimelerini koyarak okursanız dersiniz ki Cengiz Bektaş Hoca Adayı anlatmış.  En güncel haliyle... Hoca bayramdan sonra yazmış, ben bayramdan önce yazıyı aldım. İki gün sonra bir de bu gözle bakın diye...

Yazıyı okuyalım.

"İnsanlık" Adına...

Köyün bir tanecik alanı var.
Çok seviyoruz...
Orada birbirimizi buluyoruz çünkü...
Ağaçları, çiçekleri, havuzu, çeşmesi, dağ çayları, da sunan çayhanesiyle bir park orası...
Köyün oturma odası...
Yerleşmenin alanını, "resmi geçit" ya da "trafik" yeri sanan günümüz yöneticilerine, onların isteklerine uyan tasarımcılarına bir karşı yanıt gibidir köyümüzün göbeği...
Belediye, hemen tüm dükkanlar (bakkallar, kasaplar,berberler) fırın, PTT, parti odaları, korumalar; kısaca tüm ortak kullanımlar bu alanın çevresindedir. Yapılarla ortadaki parkın arası tek yönlü yol... Tam bir çember çiziyor. Üzerinde "park" etmek yasak... Az ötede (neredeyse bitişikte) otopark var.

Adam ta İstanbuldan kalkar, bunun için gelir sanki...
Arabasını yolun ortasında bırakır, bakkala girer alışverişini yapar. Köylümüz sabırlıdır bekler...
Arabanın kapısı ve arabesk müziği açıktır. İçinde "eşofman"lı insanlar vardır... Eşofman çıkmamış olsaydı pijamalı olacaklardı besbelli... Çevrelerine, insanlara en küçük saygıları yoktur...

Ne olacak canım, takılma!
Takılmayacağım ama, dediğim gibi, tüm köyü işlemez duruma sokuyorlar... Köylülerin de bir şey söylemediği, bu köylü kalamamış, kentli olamamış insanlar, köyleri, kentleri, yolları, her şeyi tıkıyorlar.  Yaşamı zorlaştırıyorlar.

Tek ölçütleri var: Çıkarları... Alacaklarına göre yönleri çok kolay değişiyor. Ne sözlerine, ne oylarına, hiç bir şeyine güvenmek olası değil... Ayakları, kökleri yerden kopmuş bir kez...

Kedi gibi davranabilirler, dikenli bir bitki gibi de... Hem korkaktırlar hem de kavgacı... Tutarlı değer yargıları, davranış ölçütleri yoktur. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmaz.

Çok kısa görüşlüdürler... Yollarda izlerinde gidip dururlarken birden sollayanlar, ya da tekerleri bankette tozu dumana katarak, önündeki aracı sağından geçenler bunlardır. Ancak kuralları çiğneyerek kendilerini kanıtladıklarını sanırlar. Her türlü kuralı çiğneyip; polis durdurunca da bin dereden su getirenler, yalvaranlar, "rüşvet"e zorlayanlar bunlardır.

Genellikle İstanbul plakalıdırlar. Gençliğimde İstanbul plakası saygı uyandırırdı, şimdilerde görmemişliğin, densizliğin, utanmasızlığın simgesi gibi...

Bu son bayramda ölen ikiyüzün üzerinde insanın büyük bölümü bu türlü kişilerin kurbanlarıdır. Bir kişinin "sürücü belgesi" alabilmesi için önce insan olması gerekmez mi? Bir çok ülkede psikologlar da girer devreye sürücü belgesi alabileceklerin saptanmasında...

Öyle ya, kişi en az insanlık niteliklerine ulaşmış mı bakalım?

20 Nisan 1998

3 Eylül 2010 Cuma

Tenedos-Bozcaada: Adada Fısıltı Gazetesi

Tenedos-Bozcaada: Adada Fısıltı Gazetesi

Adada Fısıltı Gazetesi

Seneler evvel, daha önce duyurulan ve herkese açık bir toplantı yapmıştık.

20-25 kişilik küçük bir grup sıradan insanlar katılmıştık.

Herkesi ilgilendiren bir konu ve onunla ilgili sorunlar konuşulmuştu.

Konu ile ilgili kurumdan katılanlar pek dertlenmiş, şikayet ve eleştirilerini dile getirmişlerdi.

Herkes içtenlikle fikrini, yaşadıklarını, dileklerini anlattı.

Sorunlar ve konu önemliydi ve acaba ne yapılabilir diye düşünmüştüm.

Bu nedenle konuşulanları derleyip toplayıp yazılı hale getirmiş ve özel bir internet çevriminde paylaşmıştım.

Ertesi gün sabahtan en yüksek yönetici tarafından  "makama" davet edildim.

Bir gün önce konuşulanlar sorgulanmış ve "bir daha olmasın böyle kalkışmalar" tonunda "ihtar" almıştım.

"Bir daha olmasın" kısmı tabi sadece eleştirilerdi.

Aynı gün konu birden öyle dallandı budaklandı ki, toplantıya katılanlar gördüklerinde birbirine korkuyla,

"Haberin var mı konuşulanları teybe almışlar, internette yayınlamışlar, katılanları tek tek sorguluyorlarmış" diye fısıldıyordu.

Öğleden sonra bana ilk fısıldandığında önce ben de korkuyla irkildim.

"Kim?" sorusu aklıma ilk hücüm eden soruydu?

Kim teybe kaydetmiş ve internette yayınlamış olabilirdi?

Tüm katılanları zihmimden geçiriyor, hiç kimse için "yapmıştır" diyemiyordum.

Ve bir an sonra kahkahayı bastım.

Ben kaydetmiştim tabi ki.

Ama teybe falan değil.

Düzgün biçimde konuşulan konuları, eleştirileri ve görüşleri not haline getirmiş ve üye sayısı kısıtlı bir grupla paylaşmıştım.

"Çok yüksek amir" de buradan okumuş ve beni çağırmıştı.

Yanından çıkınca sadece onun yanındaki "en yakınlarına" görüşmeyi anlatmıştım.

Ve aynı gün içinde akşamüstü fısıltı beni bile ürpertecek biçimde bana gelmişti.


Tüm bunlar bu akşamüstü aklıma geliverdi.

Nedeni dünden beri adada dolaşan bir başka fısıltı.

"İstanbullu" (bilmeyenler için not: adalılar için tüm turistler ve dışarıdan gelenler istanbulludur) bir doktor,

balıkhane ya da lokantalardan birinde oturur ve balık ismarlar.

Kendisine "kalkan" diye vatoz yedirilir.

Bunu farkeden doktor adisyonu aldığı gibi soluğu savcılıkta alır.

Şimdi gelelim sorulara.

"İstanbullu doktor" adada kalkan olmadığını bilmez mi? Bilirse niye sipariş verir?

Diyelim ki bilmez, balık önüne gelince de mi anlamaz?

Diyelim ki anlamadı peki yedikten sonra nasıl anlar da soluğu savcılıkta alır?

Tüm bu soruların cevabını bilmiyorum.

Merak da etmiyorum doğrusu.

Ama fısıltı gazetesinin gücünü biliyorum.

İşletme adı telafuz edilirse yandı. Edilmezse hepsi yandı,

Ada da yandı aslında.

Çünkü:

Daha sonra yaptığımız toplantılara "o" toplantıya katılanlar bir daha hiç katılmamıştı.